27 Mayıs 2011 Cuma

Mabeyin Restaurant

Mabeyin Restaurant’ı, Altunizade Köprüsü’nün hemen yakınlarına konuşlanmış, hem Anadolu, hem Avrupa yakasından gelenler için kolaylıkla ulaşılabilecek, gerek asırlık binası, gerekse de yemekleri ile size keyif yaşatabilecek bir lokanta olarak tanımlayabilirim. Çok sık gittiğim bir mekan olmamakla birlikte, farklı tarihlerde üç kez ziyaret etmiş olduğum için, burayı artık aşağı yukarı tanıdığımı söylersem abartmış olmam.

İlk Mabeyin ziyaretimin üzerinden neredeyse üç yıl geçmiş olmalı. Sonbahara rastlayan bir Ramazan günüydü ve bazı çalışma arkadaşlarımla beraber iftar yemeği için gitmiştik. Biraz kendimi zorladığımda bu yemeğin, pek hatırlı bir müşteri grubunu (kimdi onlar bir türlü anımsayamıyorum!) iftara çağırdığımız ve ikramlardan son derece memnun kaldığımız güzel bir anı olarak hafızama işlendiğini fark ediyorum.

Mutfak düzeninden biraz anlayanlar, başarılı bir lokanta işletmek ile, banket yemeği yapma ustası olmak arasında büyük bir fark olduğunu bilirler. Herkese aynı yemeği, aynı kalitede, aynı zamanlama ile çıkarmak zordur! Nice iyi lokantaların, partiler, evlilik törenleri, iftar yemekleri gibi organizasyonlarda sınıfta kaldığını biliyorum. Mabeyin, her açıdan sınıfı geçebilecek bir mekan olduğunu, bana o iftar yemeğinde göstermişti. Zamanlama gayet iyi, yemek kalitesi yüksek, üstelik de kalabalığa karşın, garsonların müşterilere gösterdiği ilgi son derece kıvamındaydı.

O zaman bende bıraktığı intiba, daha mütedeyyin kimselerin gittiği, içki servisi yapılmayan bir yer olduğu gibiydi. Ama çok yanılmışım! Sonraki iki ziyaretimde, bol bol şarap ve rakı içtiğimi ve içki menülerinin de bir et lokantası için fena olmadığını söyleyebilirim. Hele geçen sene yediğim fıstıklı kebabın yanında içtiğim Öküzgözü’nün bol tanenli lezzeti ve etle mükemmel uyumu hâlâ aklımda.

Her neyse, lafı uzatmalım ve kurumun web sitesindeki kendi tanıtımından yaptığımız bir alıntı ile devam edelim: “Mabeyin, tarihte Padişahların misafirlerini kabul ettiği, ziyafetlerin verildiği bir mekan olarak bilinmektedir. 3 ayrı binadan oluşan mekan, bahçesinde asırlık çam ve manolya ağaçları, restore edilen iç yapısı ile tarihten gelen geleneğe sadık kalarak misafirlerine de aynı ziyafeti sunmaya devam etmektedir. 1958 Yılında Gaziantep’te başlayıp 1975 yılında Laleli’de Çavuşoğlu Kebap ve Baklava Lokantası olarak hizmetini sürdürmüş olup 2003 yılından itibaren Mabeyin Restaurant olarak hizmetine başlamıştır. Mekan 420 kişi kapalı alanda, 350 kişi bahçe düzeninde olmak üzere toplam 770 kişi kapasitelidir.”

Bence lokantanın büyüsü, her ne kadar geniş, ferah ve her daim esintili olan bir bahçesi olsa da, aslında iç mekanından kaynaklanmaktadır. Asırlık tüm köşklerde hissedilen, eski zamanlardan kalma azamet duygusu, yemeğinizi yerken sizi yalnız bırakmaz. Mühim bir şeylerin parçasıymış gibi hissedersiniz kendinizi. Duvarlardaki tablolar ve apliklerden, tuvaletlerdeki aynalara kadar her şey “eski”yi taşır sizlere. Bu ortamda getirdikleri kebapların içine koyulduğu siniler, yemek sonrasında servis edilen Türk kahvelerinin cezvelerinin şekli gibi ince detaylar da dekorasyonu tamamlar.

Yanlış anlaşılmasın, bu eski kokan ambiyansın içinde, asla ve asla fes ile dolaşıp servis yapan çocuklar göremezsiniz. Bu sığlığa kesinlikle düşülmemiş, ambiyans yaratma uğruna sirke benzeyen bazı lokantalarımızın yaptığı hatalar tekrarlanmamıştır. Garsonlar çakı gibidir. Herkes güleryüzlü ve müşteri ile son derece ilgilidir. Hatta zaman zaman sizi aşırı derecede şımarttıklarını bile söyleyebilirim.

Gelelim yeme içme meselelerine: Mabeyin, Antep Mutfağının yöresel tatları,ızgara et ve kebap çeşitleriyle birlikte zengin zeytinyağlı ve meze menüsüyle hizmet veren bir lokanta olarak kendini tanıtan, kebap çeşitlerinden; Patlıcanlı Kebap, Alinazik, Fıstıklı Kebap, Mabeyin Sarma gibi, ayrıca mevsime bağlı olarak menüye dahil edilen Ayva Kebabı, Sarımsak Kebabı,Soğan Kebabı,Yeni Dünya Kebabı. Izgara et çeşitlerinden ise Antrikot, Kuzu Madalyon, Dana Pirzola ve Bonfile gibi çeşitleri de misafirlerinin beğenisine sunan bir lokantadır Ayrıca mekanın otuz yıllık markası Çavuşoğlu baklava ve diğer özel tatlılar ile de keyfinizi tamamlayabilirsiniz.(Ben denemedim, deneyenlerin yorumları olumluydu. Ona göre.)

Ben bu gidişimde önden fındık lahmacun ve haşlama içli köfte, ana yemek olarak ezmeli kıyma kebabı ve tatlı olarak da dondurmalı sütlaç yedim. İçecek olarak da, sıcak bir yaz öğlen vakti olmasından ötürü buz gibi bira sipariş ettim. Antre ve tatlıyla ilgili çok yorum yapmayacağım , zira belirli bir standarda ulaşmış, ama başımı döndürmeyen yemeklerdi. Ana yemekte mideye indirdiğim kıyma kebabı ise, damağımda çok hoş tatlar bıraktı. Bir defa, satır eti olduğu her halinden belliydi kıymanın. Biraz yağlı ( o da hayatın tuzu biberidir), hafif de tuzlu (yoksa ne anlamı var yemenin) olduğunu söyleyebileceğim kebabın sunumu da bir sinide yapılmıştı. Ezme dedikleri, adının çağırıştırdığı şekilde mideyi inleten, acıdan gözleri yaşartan bir karışım olmaktan çok, domatesini doya doya hissettiğimiz sağlıklı bir sostu ve çok lezzetliydi. Kıymalar, köfte biçiminde yuvarlak kesilmişti. Mabeyin’e gidecekleri bu kebabı kesnlikle tavsiye ediyorum.

İki kişi yeme-içme sonunda 124 TL gibi pek de azımsanamayacak bir hesap geldiğini belirtmek isterim. Fakat Mabeyin hiçbir zaman ucuz olma iddiasında bir mekan olarak tanıtılmadı zaten. Yine de fiyat/performans oranına baktığımızda bu rakamın yüksek olduğunu vurgulamakta fayda var. Muadili lokantalarda daha ucuza çıkılabileceğini söylersem yanılmış olmam.
Çıkarken ayrı bir dükkanı ve girişi olan baklava ürünlerinden almamak için kendimi zor tuttum, zira görüntü mükemmeldi. Ama yaş da artık kemale erdiğine göre, tatlı meselelerinde kendimize hakim olmamız gerekiyor değil mi efendim?

Sözün özü, Mabeyin, İstanbul’da son yıllarda sayıları hızla artan, sizlere kaliteli kebaplar, ara sıcaklar, mezeler sunan lokantalardan birisi. Diğerlerinden temel farkı ise, yemeğinin güzelliği ve damakta bıraktığı olağanüstü lezzetten ziyade, Mabeyin Restaurant’ın o güzeller güzeli, adına yakışır binası ve tarihin tüm izlerini taşıyan iç salonu.

Bu tarihi ortamda lezzetli yemekler yemek, hoş ambiyansın keyfine varmak için, yolunuz Altunizade taraflarına düşerse mutlaka gidin derim.

Mabeyin Restaurant

Telefon : 0216 422 55 80

Fax : 0216 32146 48

Adres : Eski Kısıklı Cad. No:129 Kısıklı / İstanbul

Eposta : info@mabeyin.com

Yusuf Ustanın Yeri

Yusuf Usta satır ile hazırlanmış lezzetli kebaplar yiyebileceğiniz az sayda mekandan birisi. İki kez ziyaret ettiğim bu lokanta hakkında iki kelime yazmasam olmazdı, diye düşünerek bilgisayarımın başına oturdum. İlk satırlar hemen dökülüverdi. İster inanın, ister inanmayın, orada yediğim kebabı anımsadığım zaman, ağzımın sulandığını hissettim. Çok nadiren karşılaştığım bu durumu şu an yaptığım rejime de bağlayabilirim.

Yusuf Usta’ya ilk gidişimde bir Pazar günü öğlen yemeği için uğramıştım. Mekanın doluluğu hayret vericiydi. Aslında pek çok tanıdığımın duymadığı bir yer olsa da, Yusuf Usta, on seneyi aşkın süredir hizmet veren ve bulunduğu çevrede çok iyi tanınan bir lokanta. Gidecekseniz, kenarda köeşede kalmış bir yer muamelesi kesinlikle yapmayın, bilen biliyor çünkü. Yemeğe gitmeden önce arayıp rezervasyon yaptırmakta büyük fayda var. Zira bir Cuma akşamı rezervasyonum olmadığı için kös kös kapıdan dönmüşlüğüm var. Sonra gidip Develi’de lastik gibi kebaplar yediğim ve bin pişman olduğum o geceyi unutamıyorum.

Yer nerede diye sorarsanız, Minibüs Caddesi’nde Kadıköy-Bostancı istikametine doğru giderken, sağa saparak girdiğiniz, Emin Ali Paşa Caddesi üzerinde, hemen karşınıza çıkacak. İlk vereceğiniz tepkki: “Burada bir lokanta mı varmış?” olacak. Hatta belki göremeyip yanından geçeceksiniz. İnsanları takip edin bulursunuz.

İkinci gidişim hafta arası bir Perşembe akşamıydı ve mekan hıncahınç doluydu. Çok keyifli bir yemek yediğim bu gecenin detaylarını maddeler halinde hiç vakit kaybetmeden sizlerle paylaşmak istiyorum:

Yusuf Usta’nın masalar arasında koşturması ve bazen bizzat servis yapması hala gözümün önünde. Yaşına rağmen bu kadar dinç olan ve işinin başında duran bu adamı alkışlıyorum.
Buraya gittiğinizde mutlaka şalgam suyu içmelisiniz. Acısız ve acılı versiyonları birbirlerinden dünyalar kadar farklı. Açık turuncu olan acılı şalgamın gerçekten dudak şişiren cinsten olduğunu belirtmem gerekiyor.
Önden gelen küçük lahmacun, minik pide, içli köfte, çiğ köfte için karışık hisler içerisindeyim. Zira lahmacun ve pide, her yerde yenebilecek cinsten, içli köfte “fena değil” kategorisinde, çiğ köfte ise son derece başarılı. Dolayısıyla önden ne söyleyeceğiniz konusunda seçici olun; hepsi aynı kalitede değil.
Süzme yoğurt mutlaka söyleyin, son derece midevi bir etkisi oluyor ve kalitesi yerinde.
İştah açıcı olarak çöp şiş söylemenizi öneririm. Alternatif olarak ciğer şiş de olabilir. Hatta yarımşar porsiyon ikisinden de alın, denemiş olursunuz. Ama abartmayın. Midenizde kebap için yer bırakın. Yusuf Usta’nın önerisi de bu yönde.
Ana yemek için kebaptan şaşmayın. Kuzu etinden, satır ile ve kuyruk yağı ilave edilerek yapılıyor. Kalınlığı son derece tatminkar ve acısı yerinde. Gerçek kebap bu diyebilirim. Mutlaka yemeniz gereken bir şey varsa, Yusuf Usta’nın Yeri’nde Adana Kebap diye düşünebilirsiniz. Bu muazzam lezzetin tadına bakmayı ihmal etmeyin.
Tatlı olarak künefe yedim ve çok hoşuma gitti. Bunu da tavsiye edebilirim.
Olumuz hiçbir şey yok mu? Var tabii ki. Bazen garsonların aşırı ilgisiz ve kendi hallerinde olduklarını görüyorsunuz. İki gidişimde de dikkatimi çekti bu durum. Yusuf Usta’nın tavırları ve olağanüstü sempatisi bu açığı bazılarınız için kapatabilir.
Mekanda sigara içiliyor ! Bu çok ciddi bir sıkıntı ve Türkiye’deki laçkalaşmanın iyi göstergelerinden biri. Belki kitaba uydurmuşlar, içilen yeri açık alan gibi göstermişler, falan filan. Ama basbayağı sigara içiliyor içeride. Rahatsız oldum.
Fiyatların ucuz olmasını beklemeyin. Arz-talep ilişkisi burada devreye girmiş görünüyor. Mütevazi bir yemekle adam başı 50-60 arası çıkrsınız.
Nihai yorumumu sorarsanız, Yusus Usta’nın yeri kaçırılmaması gereken bir yer. Burada kebap yiyip şalgam suyu içmenizi şiddetle öneriyorum.

Yusuf Ustan’nın Yeri Adana Kebapçısı

Eminali Paşa Caddesi No:65/3 Suadiye

Tel: (0216) 463 51 36 / 37

Yanyalı Fehmi Lokantası

Yanyalı Fehmi çok bildiğim, yakından tanıdığım, Üsküdar’daki Kanaat gibi sık sık ziyaretine gittiğim bir lokanta değildir açık konuşmak gerekirse. Geçen gün kapısından girdiğimde, birkaç yıl önce geldiğimi anımsadığım bu lokantaya ilk defa alıcı gözüyle baktığımı da söyleyebilirim. Okuyacağınız bu yazı, bu kez konumunu, oturma düzenini, masaların simetrisini ve yemeklerin kalitesini daha dikkatli şekilde incelediğim bu son seferin yüzeysel izlenimleridir. Hakkını vererek değerlendirmek için Yanyalı Fehmi’ye ileride tekrar gideceğimi ve yorumlarımı zenginleştireceğimi de ekleyerek yazıma başlıyorum.
Önce öyküsünden başlamakta fayda var: Yanya’dan göç eden Sipahioğlu eşrafından Hüseyin Horp’un oğlu 1891 doğumlu Fehmi Efendi, 1919 da Kadıköy’de saraydan ayrılma Bolu’lu Hüseyin Efendiyi baş aşçı yaparak lokantacılık mesleğine başlamış. Türk mutfağına önem vermiş, damak tadıyla, çeşnisiyle, verdiği hizmetle ün yapmış, Beyoğlu ve Sirkeci’de şube açarak (Şu anda yanlızca Kadıköy’deki yerinde hizmet vermektedir. Başka yerde şubesi yoktur.) herkesin takdirini kazanmış. Fehmi Sönmezler 1980 yılında Kadıköy’de vefat etmiş. Bıraktığı lokantası halen hayatta olan 5 çocuğundan Erdoğan-Engin Sönmezler ve Fehmi Sönmezler’in 3.üncü kuşak olan torunları Tansel-Can-Ergin Sönmezler tarafından devam ettirilmektedir.
Yanyalı Fehmi Lokantası merkezi, herkesin ulaşabileceği bir konumda, Kadıköy Çarşı’da, iskelenin pek yakınında bulunmaktadır. İçeri girdiğim zaman beni derli toplu salonunda, düzgün camekanların ardında karşılayan yemekler iştahımı hemen ayağa kaldırmıştır. Kanaat’taki kadar geniş bir yelpaze bulunmasa da, birçok eski damak tadımızın bizi içeri böyle buyur etmesi hoş bir durumdur. Menu kalabalıktır: Dil, borç, paça, brokoli, domates, mercimek, kereviz çorbaları; Çerkez, paşa, kağıt, istim kebapları, şehriyeli kuzu güveç, hünkârbeğendi, kuzu çevirme, dalyan köftesi. Mercimekli börek, Özbek pilavı, mantarlı, safranlı pilav, yerelması, portakallı kereviz, elbasan tava, beyin tava, papaz yahni, Acem tavuğu, çiroz salatası ve tatlılar: İrmik helvası, aşure, saray tatlısı, badem tatlısı, höşmerim, un helvası, zerde.
Bu kadar girizgâh yeter! Maceramıza dönelim: İçeri girip salona şöyle bir baktıktan sonra, önce ne istediğime karar verdim. Camekanın ardında olup bitenler kafamı karıştırabilirdi, ama buna izin vermedim. Brokoli çorbası, kağıt kebabı, yaprak sarma yeterli olacaktır diye düşündüm ve bahçe tarafına geçtim. Bahçe derken kış bahçesinden bahsediyorum aslında. İnanılmaz kertede kaotik dekore edilmiş, her yerinde başka bir obje sarkan, bir yanında maymun bibloları, öte yanında model uçaklar, duvarlarında yazılar olan, gözü çok çok yoran bir yerdi burası. Duvarlarda bazı özlü sözlerden oluşan yazılar ve eski İstanbul foroğrafları yer alıyordu. Kış bahçesinde, içinde alabalıkların yüzdüğü, içine her vakit şırıl şırıl su akan bir de havuz vardı. (niyeyse!) Açık konuşmam gerekirse gözüm o kadar yoruldu ki , bir an kalkıp gitmek istedim. Bu kadar karışıklığın neden yaratıldığının hiçbir cevabı olamazdı. Evet, Tophane’deki nargileciler gibi, Pakistan’daki kamyonlar kadar yorucu değildi, ama çok gereksizdi.
Neyse ki yemekler geldi, dikkatim başka yöne kaydı ve enfes, kıvamlı brokoli çorbasını içtim, standart bir yaprak sarma yedim. Bana Kanaat’tekinden daha lezzetli gelen, patlıcan, kuşbaşı et, domates ve biberi ile büyüleyici bir uyum arzeden , mideyi rahatsız etmeyen bir bütünlük ve acı sergileyen kağıt kebabını yiyerek rahatladım. Yemekleri yerken, bir yandan da yazacağım yorumları düşündüm. İyiydi! Bunu yazabilirdim. Garsonların ilgisi çok fazlaydı, herkes güleryüzlüydü. Sahipleri sürekli masaların arasında koşuşturuyordu. Dekorasyon ne kadar yorucu ve yıpratıcı da olsa, güzel yemekler ve iyi servisle bir sıcaklık yayılmıştı içime. Yazı kafamda bu şekilde yazılmıştı. Ama olmadı ! Çünkü tatlıyı getidiler sonra. Peynir tatlısı dediler, mutlaka deneyin, pişman olmazsınız dediler. Ağzıma attığım ilk lokmayla birlikte içinde bulunduğum dünyadan başka bir yerlere sürüklendim sanki. Ağzımda dağılan, damağıma yerleşen kadifemsi peynirin tadı bana hiç bilmediğim, tanımadığım ülkelerin öykülerini anlatıyordu sanki. Böyle bir yoğunluk ve böylesi bir sıcaklık uzun zamandır yaşamamıştım.
Evet sevgili okurlar, günümüzün sevilen tabiriyle “ezberimi bozdu” bu tatlı! Yazımı burada bitireceğim. Başka yorum yazmayacağım. Şu ana kadar kadar yazdıklarımı da tamamen unutun! Yanyalı Fehmi Lokantası’na gidin ve varsa bu peynir tatlısından yiyin. Bu kadar!

View Larger Map

Osmanağa Mah. Yağlıkçı İsmail Sok.
No:1 Kadıköy / İstanbul
0216 336 33 33
0216 347 29 85
http://www.fehmilokantasi.com/

Zübeyir Ocakbaşı

Zübeyir Ocakbaşı’na ilk gidişim, bizim Kaş ahalisi ile yeniden görüşmek için planlanan bir gecede gerçekleşti. Bendeniz Beyoğlu Ocakbaşı fanatiklerindendim doksanlı yılların sonunda. Orada bazen ocakbaşına oturup üstümün başımın yağ kokmasına aldırmadan kebapları mideme indirir, şişlerin cızır cızır yanmasını dinlenerek demlenirdim. Sonra bir şeyler oldu, araya iş güç girdi, başka mutfaklar ve sofralar girdi, bir acayip Asmalımescit müdavimliği girdi, kaybettim Beyoğlu Ocakbaşını.
Zübeyir’e gitmeden once biraz araştırma yapmıştım doğal olarak. Yirmibeş yıldır bu işi yapan kurucusu Zübeyir Ertaş’ın, benim eski efsanem Beyoğlu Ocakbaşı’nın ustası olduğunu öğrenmiş, pek bir sevinmiştim. Tanıdık lezzetlerin içinde bir gece geçireceğimi düşünmüştüm. Ama yanılmışım ! Hafızama nakşolmuş Ocakbaşı tatlarından daha fazlasını bulacağımı bilemezdim tabii. Bu girizgâhtan da anlamışsınızdır, tıkabasa yediğim Zübeyir’in yemeklerinden çok memnun kaldım.
Zübeyir’i bulmak için İstiklâl Caddesi’ne bağlanan Bekâr Sokak’ın sonuna kadar yürümeniz gerekiyor. Sokağın Tarlabaşı’na bağlandığı noktada üç katlı Zübeyir Ocakbaşı’nı görebilirsiniz. Kısa bir yürüyüşten sorna kendimi Zübeyir’in önünde buldum ben de. Kapıdan girmeden once, her zaman yaptığım gibi fotoğraf çektiğimi gören bir garsonun yanıma gelmesi ve “Nasıl yardımcı olabileceğini” sorması kötü bir başlangıçtı diyebilirim. Burası bir sokak ve ben de istediğim yerin fotoğrafını çekebilirim değil mi? Ardından içeri girip masama oturdum ve yemek faslı başladı.
Bizim Kaş ahalisi masaya kurulmuş ilk rakılarını doldurmuştu ki, Nedret garsonu çağırıp açık ve net bir şekilde masanın donatılmasını ve çok özenli olunmasını istedi ve ekledi: “Biz çok gezeriz, her şey çok güzel olsun!” Garsonun cevabı da bir soruydu aslında: “Gurme misiniz Abi?” Nedret unutulmaz cevabı yapıştırıverdi: “Hayır, ayyaşız!”
Gavurdağı salatası, közde patlıcan ezme, börülce, semiz otu, kabak ezmesi, yoğurtlu isot gibi mezelerin eşliğinde ilk rakılarımızı yudumladık. Benden size tavsiye, bunun yanında kaliteli bir şalgam suyu içmemek büyük bir hata olur, mutlaka isteyiniz.
Sofra erbaplarının tavsiyelerini hiçe sayarak “çatalucu” ile yememiz gereken bu lezzetli mezeleri kıtlıktan çıkmışçasına yedikten sonra hepsinden birer tur daha ısmarladığımızı eklemeden edemeyeceğim. Siz siz olun, midenizde yer kalması için önden gelen bu güzelliklerden abartmadan yiyin.
Mezelerimizi yer, rakılarımızı içerken arkada tanımadığım, bilmediğim, ama bana hayli hüzünlü gelen türküler çaldığını, bazı masalarda oturan ağır abilerin hüzünlenerek sigaralarını tüttürdüklerini gözlemlediğimi de anlatmam gerekir aslında. Zübeyir’in homojen bir müşteri kitlesi yok kesinlikle. Bir bakıyorsunuz kızlı erkekli üniversite öğrencileri, bir bakıyorsunuz Kurtlar Vadisi formatlı karanlık adamlar, bir masada Alevi Dedesi görünümlü zatlar, öte masada spor yazarları…Tuhaf bir Birleşmiş Milletler görüntüsü içinde kebap yeniyor, rakı içiliyor, bazen halk türküleri, bazen de Türk sanat müziği dinleniyor.
Gelelim etlere…Beyti, Adana, kaburga, külbastı, çöp şiş, ciğer kebap gibi çeşitler geldi masaya. İnsanlığımızı kaybettiğimiz noktada, herkesin ana yemek yemesine karşın, ortaya kaburga da söyledik. Ne hikmetse beş kişi beş porsiyon da kaburga yemişiz. Tüm et yemekleri güzeldi ama, ne yalan söyleyeyim hayatımda yediğim en iyi kaburgalardan birini burada yedim. Ne çok etli, ne de et yönünden fakirdi. Yağı tam kıvamındaydı. Bendenizin çok sevdiği “kemiği sıyırma” aktivitesine pek bir uygundu. Tüm bunların üzerine adettendir diyerek ayva tatlısı da yedik ve ben de dahil, bazılarımız doğrudan Taksim İlkyardım’a gitmeyi teklif ettiler.
Gece sonunda gelen hesap hiç de az değildi. Biraz bozurlur gibi olduk ve itiraz etme durumuna geldik, ama şimdi düşünüyorum da, ölçülü hesap, insan gibi yiyenlere gelmeli. Değil mi efendim? Biz o gece uzun süreli bir kıtlıktan çıkmışçasına gömüldük yemeklere.
Zübeyir Ocakbaşı’nı herkese tavsiye ediyorum. Kaburgasını özellikle öneririm sevenlerine. Sakın rezervasyonsuz gitmeyin. Sayınız uygunsa ocakbaşında yer ayırtın. Çalan müzikle, garsonların ilgisiyle, lezzetli yemeklerle güzel bir gece geçireceksiniz. Eve geldiğinizde üzerinizdekileri doğru çamaşır makinesine atın ya da kuru temizlemeciye gönderin, zira o koku uzun süre çıkmayacaktır.


İstiklal Caddesi Bekar Sokak
No:28 Beyoğlu İstanbul
0212 293 39 51

Asır Restaurant

Eski adı “Hasır” olan bu mekana bir hafta arası, Facebook’ta atıp tutan derin meyhane tayfasının şiddetli tavsiyelerine dayaranarak gittim. İstanbul meyhane çetelerinin Yedikule’deki Safa, Kurtuluş’taki Despina, Bostancı’daki Hatay gibi olmazsa olmazlarından birisi olan mekan yoğun bir “reenkarnatif nostalji” hissi yarattı bende. Daha önce gitmediğime hayret ettim, kendime öfkelendim, bir yandan da yanıbaşında hazine bulup sevinen insanlar gibi çocukça mutlu oldum.
Bu yazıyı kaleme alırken uydurduğum “reenkarnatif nostalji” kavramını açmam gerekir diye düşünüyorum. Nostalji zaten herkesin yıllardır diline doladığı, her fırsatta, olur olmaz kullandığı bir kelime. Geçmişe duyulan özlem ya da buna benzeyen bir anlamı var diye düşünebilirsiniz basitçe. Bazen, salaş bir mekana gittiğinizde, Proustvari bir “an” yaşayabilirsiniz. Mekanın yıllanmış atmosferinde gördüğünüz bir obje, duyduğunuz bir ses, kokladığınız bir koku sizi eskiye götürür, senelerce önce yaşadığınız bir an gözünüzde canlanıverir. Bu sizde, zaman zaman nostalji hissi yaratabilecek bir yaşantıdır. “Keşke o günlere geri dönsem,” dersiniz içinizden. Genç olmayı istemekle karışık bir hasret içinizi kaplar, kalbinize bir miktar hüzün çöker.
Asır Restaurant öyle bir yer ki, içine girdiğinizde, sanki zaman tünelinden geçip elli yıl öncesinde buluyorsunuz kendinizi. Bu çok hoş, insanı çepeçevre saran, kucaklayan bir duygu. Yine kendi kendinize, “O yıllarda olsaydım keşke” diyorsunuz. Fakat bendenizin yaşı tutmadığı ve elli yıl öncesini yaşamamış olduğum için, böyle bir nostalji duygusunu ancak ve ancak bir önceki hayatıma yönelik hissettiğim sonucuna vardım. Büyük olasılıkla bir önceki hayatımda ben de buna benzer meyhanelerde takılıyordum ve şimdi, kendimi Asır Restaurant’ta bulduğum zaman, bir zamanlar sürekli içtiğim yerleri anımsama duygusu beni sarıverdi. İşte yukarıda sayıkladığım “reenkarnatif nostalji” böyle bir şey sanırım.
Dostlarla birlikte çok keyifli bir çilingir sofrasının başında geçirdiğim gecenin detaylarını maddeler halinde hiç vakit kaybetmeden sizlerle paylaşmak istiyorum:
***Asır’ın içine girer girmez kulağınızı okşayan Türk Sanat Müziği birden sizi yavaşlatıveriyor, adınlarınıza dikkat ediyorsunuz. Önce Zeki Müren’den sonra Müzeyyen Senar’dan, ardından Zekayi Tunca’dan birer tokat yiyerek mekana saygı göstermeye başlıyorsunuz.
***Garsonlar babacan, tipik eski dönem meyhane üstadları. Sizi karşıladıktan sonra, neler yiyeceğinizi gözünüzden okuyorlar.
***Duvarlar boydan boya hasır kaplı. Mekanın eskiden Hasır ismini taşıması ile bu durum arasında bağlatı kurmak için Einstein olmaya gerek yok.
***Mezeleri seçmek için içeri buyur ediyorlar sizi. Aradığınız her şey mevcut. Ben her gittiğim meyhanede yaptığım gibi patlıcan salatası söyledim. İyi meyhane patlıcan salatasından anlaşılır felsefesi ile mekanları birbiri ile karşılaştırıyorum yıllardır. Asır bu konuda sınıfı geçti. Salatanın içinde közlenmiş patlıcanın mis gibi konusunu duyduğum anda anladım bunu.
***Buraya gelenlere somon pastırması yemelerini şiddetle tavsiye ederim. Masada birlikte oturduğumuz dostlarım çatal ucuyla tadına baksa da, ben silip süpürdüm, yerken kendimden geçtim. Gerçek bir pastırma yiyormuşunuz hissini veren ama somonun da tadını muhafaza eden mükemmel bir lezzet damağımı kapladı.
***Güveçte gelen kokoreç de ilginç bir tada sahipti. Tıpkı peynir sufle gibi, ara sıcak babında yenebilecek bir yemek. İkisi de ağır değil, ikisi de rakıyla mükemmel bir uyum içinde dans ediyorlar.
***Hem Arnavut, hem de yaprak ciğer söyledik. Ben size yaprak yemenizi öneririm. Hiçbir yaprak ciğer bir zamanlar Çukur Meyhane’de kendimden geçerek yediğim ciğerin lezzetine ulamayacak olsa da, burada yediğimin tadı da güzel.
***Pilaki, topik, zeytinyağlı kereviz de yedik. Bence çok da çarpıcı bir özellikleri yoktu. Söylediklerimi dinleyin, bunların dışında bir şey deneyin, derim.
***Asır Tarlabaşı Bulvarı’nın üzerinde diyebileceğimiz bir konumda, Emniyet Müdürlüğü’nün tam yanına konuşlanmış, girişini bulmakta zorlanacağınız bir meyhane. Travestilerin, karanlık adamların cirit attığı bir sokağın girişinde.
***Mekanın sahibi ve garsonları sıcak ve insan canlısı kişiler. Serviste kusur etmiyorlar. Mekan 1945 yılında Niko Taş tarafından Hasır ismiyle kurulmuş. Bugün oğlu Hakkı Taş tarafından işletiliyor.
***Hasırla kaplı duvarlara asılmış, mekanı zamanında ziyaret etmiş ünlülerin fotoğrafları normalde beni rahatsız eden dekorasyon objeleri olmalarına karşın (bkz. Turgut’un Yeri – Beşiktaş Balıkpazarı), burada çok gözümü yormadılar. Aksine hoşuma bile gitti.
***Duvarda asılı kocaman “Sigara İçilmez” tabelasının önünde tüm masamızın fosur fosur sigara içmesi, yani buna izin veriliyor olması Asır için eksi bir puandı.
Sözün özü, Asır Restaurant’tan memnun kaldım, havasını, müziğini, servisi, yemeklerini sevdim, iyi vakit geçirdim.
Gittiğim en iyi meyhane miydi? Hayır. Ama kendimi çok iyi hissettiğim keyifli bir lokantaydı ve hayatınızda en az bir kere gidebileceğiniz bir yer olarak tavsiye ediyorum.
Asır Restaurant
Kalyoncu Kulluğu Caddesi
No: 94 Beyoğlu İstanbul
0 212 256 34 98
http://www.asirrestaurant.com/