lokanta etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
lokanta etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2014 Çarşamba

Gaspar Karaköy

Kendimi iyi hissetmek istediğimde emektar Karaköy vapurunda alırım soluğu. Şirket-i Hayriye vapurlarının, kendimi bildim bileli sağaltıcı bir etkisi vardır üzerimde. Beyaz köpüklerin, martıların, korsan işportacıların, gazetelerine gömülmüş dertli insanların, çay satan vapur görevlilerinin yarattığı klasik bulamaç bana her daim iyi gelir. İşte bu devasa teknelere her binişimde, vapur yolculuklarıyla lise senelerinden beri haşır neşir olmuş bir şahsiyet olarak geçmişi anımsarım. Aslında pek de sempatik bir geçmiş değildir zihnimde kendini tekrarlayan. O yıllarda tıpkı Bakırköy’ün akıl hastanesiyle birlikte anılması gibi, Karaköy’ün de “kerhane” anlamına geldiğini düşünürüm. İnsanlar “Seni Bakırköy’e yatırmak lazım,” dedikleri zaman, burada kastedilen Mazhar Osman’dır seksenli yıllarda. Aynı şekilde, “Geçen gün Karaköy’e uğradık!” gibi bir cümle kurulduğunda, hayat kadınlarıyla yapılan bir teşvik-i mesaiden söz edilmektedir bariz bir şekilde. Fenerbahçe’den kalkıp bindiğim FB1 otobüsünü, o otobüsü dolduran öğrenci-emekli-asker kalabalığını, Kadıköy’de uyku mahmuru bir halde bindiğim Karaköy vapurunu, altgeçidi, ziraat bonmarşelerini, “Amor” satıcılarını, Bankalar Caddesi’nin korkutucu binalarını, Kamondo merdivenlerinin garip ve hüzünlü simetrisini anımsarım. Bu melankoliye rağmen büyük bir haz kaplar içimi, Kız Kulesi’ni sağımda, Aya Sofya’yı solumda gördüğümde kendimi güvende hissederim. Karaköy İskelesini, Galata Kulesi’ni ve Doğan Apartmanı’nın heybetli dikilişini kerteriz aldığımda ise doruğa ulaşır bu maceradan aldığım keyif. Vapur işte böyle bir şeydir.

Güzel ve güneşli bir günde yine vapura atlıyorum. Her güzel ve güneşli günde yaptığım gibi “açık”ta oturarak bir yandan insanlara, öte yandan kentin eşşiz manzaralarına bakıyorum. Bu şehirden insanları çıkarsanız, aslında dünyanın en güzel yeri, bana kalırsa. Arada sırada elimde tuttuğum dekorasyon dergisini karıştırarak zaman öldürüyorum. İstikamet Karaköy ! Daha ayrıntılı ifade etmem gerekirse Gaspar adlı mekana ufak bir yolculuk yapacağım. Dekorasyon dergisi ise şahane. Oynadığı korkunç diziden bölüm başına küçük birer servet indiren kadın oyuncu, sekiz odalı mütevazi evinin salonunda, altı kişilik koltuğunun üzerine uzanmış gevrek gevrek sırıtıyor. Ayakları çıplak ve kırmızı ojeli. (neden?) Bu sığınağı tamamen kendi zevkine göre döşediğini, “eklektik” bir dekorasyon anlayışı olduğunu anlatıyor kadın. Sonraki evde, İstanbul’un azıcık dışındaki malikanesinde, kocası ve iki çocuğu ile mutlu bir hayat süren başka bir kadının öyküsü göze çarpmakta. Kadın bir “elf” kadar güzel, evinin açık  kapsının önünde kısacık tek parça elbisesi ile çıplak ayakla duruyor. Ayakları kırmızı ojeli. (neden abi?) Çocuk doğurup ev kadınına dönüşmüş pek çok beyaz modern zaman annesi gibi, bebek bakımı, dengeli diyet, pilates gibi ulvi konularla ilgilenmiş ve sonunda bebek beslenmesi üzerine hayli başarılı bir kitap yazmış. Bu büyük uzmanlığını da dekorasyon dergisinin şanslı okurları ile paylaşmaya karar vermiş. Her odası ayrı bir ev büyüklüğünde olan malikanesinin sayısız fotoğraflarından hiçbirinde kocası görünmüyor. (Kel, fodul ve aşırı zengin bir Anadolu kaplanı düşleyelim bu durumda!) Bir sonraki evde, yoga eğitmeni bir adam ile üçüncü sınıf bir halkla ilişkiler uzmanını (her ikisi de yirmibeş yaşında bile yok) Kemerburgaz’daki evlerinde, yirmibin Avroluk kanepelerinin üzerinde beşlik simit gibi sırıtırken görüyoruz. Paranın kaynağı yine belirsiz. Tüm bu harika evlerin ortak noktası ise ortada ne adam gibi bir kitap, ne de adam gibi kitaplık olması. Salonları süsleyen devasa orta sehpaların üzerinde yatan “Art History”, “Interior Design” gibi biblo mahiyetinde alınmış kitapları saymazsak tabii.

Midem okuduklarımdan ötürü ufaktan bulanmaya başlarken, nihayet Karaköy İskelesi’ne yanaşıyoruz. İskeleden sağa kıvırıp ağır adımlarla Güllüoğlu’nun üzerindeki kat otoparkının oraya doğru seğirtiyorum. Saint Benoit Lisesi’ni gördükten sonra tekrar sağ yapıyor ve azıcık daha yürüyorum. Gaspar, hiç beklemediğim bir anda, beklemediğim bir sokakta, tahmin etmediğim eski bir binada karşıma çıkıyor. Öncelikle şunu söylemem lazım, yemeklerden, servisten ve diğer tüm konulardan bağımsız, Gaspar’ın binası muazzam. İçeri girmeden önce büyülenmiş bir şekilde bu yapıyı inceliyorum. Bu lokanta, Münferit’in sahibi Ferit Sarper’e ait. Bu durum bende hafif önyargı yaratsa da, uzun zamandır bahsi geçen bu işletmeyi ziyaret etmek istiyorum. (Bu parantezi Münferit’in temsil ettiği “modern meyhane” akımına karşı olduğum için açtım sevgili okurlar. Benim nezdimde, bir Fransız lokantası edasıyla döşenmiş ve servis veren meyhane kabul edilebilir bir fikir değil. İsterseniz bana eski kafalı deyin. Sevgilinizle dizdize, dudak dudağa, mum ışığında rakı içeceğiniz bir yer meyhane olamaz. Ayrıca Beylerbeyi rakı dışında rakı bulunmaması da önemli bir problem bana kalırsa.) Her neyse, Gaspar’ı Münferit’ten bağımsız ele alma konusunda kendime söz vererek içeri dalıyorum. Mekan hayli popüler ve “celebrity” mıknatısı bir işletme olduğu için, burayı ziyaret edeceksiniz, muhakkak rezervasyon yaptırın. Ben yaptırdığım için gerine gerine yerime oturuyorum. Kapıda vale servisi mevcut, arabanızla gelebilirsiniz arzu ederseniz. Dekorasyon ise, modern, gözü asla yormayan bir yapıda. Duvarın oyuklarına yerleştirilmiş şişelerden oluşan görüntü, her zaman olduğu gibi, burada da çok hoşuma gidiyor. Işıklandırma ise hafif loş ve bir mahzende bulunuyormuş duygusu yaratıyor insanda. Geniş, upuzun bar ise, mekanın belli bir saatten sonra “pre-club” kimliğine büründüğün habercisi gibi dikiliyor karşımda. Yeni Karaköy’ün hareketli gece hayatının önemli noktalarından birinde olduğumun ayırdığına varıyorum masamda oturmuş etrafı incelerken.

Burası iş dünyasının sıkça takıldığı, işadamlarının yabancı misafirlerini getirdiği bir mekan izlenimi yaratıyor bende. Servis gerçeten iyi, garsonlar güleryüzlü ve beklenmedik şekilde esprili. Bu durum, lokantanın ağır ve loş havasıyla biraz çelişse de, açık konuşmak gerekirse benim çok hoşuma gidiyor. Yemek öncesi hafif kokteyl ve çerezlerle biraz zaman öldürüyorum. Pek çok lokantada bekleme safhasında, ekmek banabileceğiniz minik zeytinyağı tabakları getirirler. Bazen bunun içinde zeytin ezmesi, zaman zaman da kurutulmuş domates gibi eklemeler olur. Burada zeytinyağlı, pancar ezmeli, keçi peynirli bir karışım getiriyorlar. Tüm yemekler bir yana, sevgili dostlar, ben bu olağanüstü lezzete hayran kaldım diyebilirim. Eritme keçi peyniri gayet kuvvetli ve pancar ezmesi ile oluşturduğu bulamaç ekmeğe sürüldüğünde harika bir lezzet patlaması yaratıyor. Bu iştah açıcıdan masaya dört defa servis yapmak zorunda kaldıklarını utanarak belirtmem gerekiyor.

Başlangıç olarak, yerelması çorbası, enginar, et tartar, ızgara ahtapot, orkinos tartar, zargana dolması, istakoz kuyruğu, az kurutulmuş bonfile, dana karın salatası, ördek konfi salatası sunuyorlar. Bendeniz, et tartar ve az kurutulmuş bonfilenin tadına bakıyorum. Tartarın yanında tarhunlu cips ve kuşkonmaz turşusu da getiriyorlar. Yerken kendimden geçiyorum desem yeridir. Bu tartarı hem ekmeğe sürerek kibarca, hemde kaşıklayarak barbarca mideye indiriyorum. Çok lezzetli. Bir tek üzerinde bıldırcın yumurtası eksik, o kadar esksik kadı kızında da olur. (“Ayy ben çiğ et yemem yaağğne” diye hökürüp çiğköfteleri mideye indiren yurdum insanına duyrulur) Az kurutulmuş dana eti ise güzel olmakla beraber, pek de yıldız sayılmayacak bir başlangıç.

Ana yemek olarak servis edilen dana yanak, kuzu incik ravioli, antrikot, kalkan buğulama, noodle, ısırganotlu gnocchi, cavatelli, sığır kuyruğu gibi yemeklerden ise, dana yanağı ve cavatelli deneme fırsatım oluyor. Dana yanağı gerçekten çok lezzetli, ağır ağır pişirilmiş, yumuşacık bir et. Yanında yosun ve wasabili püre ile servis ediliyor. Adına kanmayın, püre yenebilecek acılıkta ve bana kalırsa etle çok yakışıyor. Cavattelli ise dengeli bir bolonez sosla servis ediliyor, ama bu lokantaya geldiğim zaman ilk tercihim olmaz (yine açık konuşmak gerekirse). Bir daha gidersem de sığır kuyruğu ya da ısırganotlu gnocchi yiyeceğime dair kendime söz veriyorum.

Tatlılardan ise karabiberli (!) çikolata mus ve limon kreması, armut ve süt köpüğünden oluşan bir karışım deniyorum. Çikolata mus gerçekten çok lezzetli. Asla insanın içini bayıltmıyor ve biberin tezat oluşturan varlığı ile şaşırtıcı bir birliktelik sunuyor. Diğer karışım ise insanın içini açan, ferahlık veren, yağlı ve tuzlu yemeklerin tadını insanın ağzından süpüren cinsten bir afet. Şiddetle tavsiye ederim.

Mekanın alt katında oturmuş kahvemi yudumlarken düşünüyorum: “Neler oldu bu Karaköy’e? Ve ben neredeydim bütün bunlar olurken?” Unutmadan, bir de asma katı var mekanın. Talihsiz bir kalabalık da orada oturuyor, zira bence alt kat daha hoş bir mekan.

Gaspar’ı gerçekten beğendiğimi geçiyorum aklımdan. Mutlaka tekrar geleceğim.

GASPAR
Müeyyedzade Mahallesi, Necatibey Caddesi,
Arapoğlan Sokak, No 6, Beyoğlu, İstanbul
0 212 293 66 60







6 Mayıs 2014 Salı

Karaköy Lokantası

 Bahar geldi artık. Havalar güzelleştiği ve ısındığı zamanlarda tüm enerjisini kaybeden bir insan olarak, bu sene ilkbahar-yaz dönemlerini iyi geçirmeye kararlıyım sevgili okurlar. Daha olumlu, enerjik, ne yaptığını bilen bir ruh hali içinde, kentin atardamarlarında fink atma konusunda yapmış olduğum güzide bir plan var, bunu yürürlüğe sokacağım izninizle. Biraz değişmeliyim, diye düşündüm bu sene tüm hızıyla geçerken. Burada zaman zaman saydırdığım hatta sövdüğüm kişisel gelişim meselesine yakınlık kazanmak, kaleyi içerden fethetmek, ya da belki önyargılarımı kırıp kendi haksızlığımı ispat etmek için "Ferrari'sini Satan Bilge"yi satın aldım geçen gün. Bu benim için önemli bir adımdı. Olumlu davranmak için çaba harcamak, dünyayı daha yaşanılır bir yer kılma konusunda insanlık için küçük, benim için büyük bir sıçramaydı. Lakin kitabı okurken, kafa yapımı değiştireceğini düşündüğüm en ufak bir bilgi kırıntısı bile bulamadım. Bulmayı bırakın, insanoğlunun Platon'dan beri bir adım bile yol kat edemediğini, hatta ciddi şekilde gerilediğini, yüzeyselleştiğini, acınacak hale geldiğini gördüm. Nefret ettim. Hemen Emrah Serbes'in uzun zamandır beklettiğim "Son Hafriyat" adlı kitabını bir solukta okuyup, Robin Sharma'nın saçmalıklarını süratle kafamdan sildim, rahatladım. Şimdi daha sakinim bu satırları çiziktirirken. Mutluluk, bana kalırsa insanın oturup hayal kurması ve meditasyon yapmasıyla, ya da kafasından olumlu düşünceler geçirmesiyle yakalayabileceği bir duygu durumu değil. Benim inancıma göre, dışarıdan bir "uyaran" olmak zorunda mutlu olmamız için. Yani "her şey kafamızın içinde" söylemine katılmıyorum. Beni gerçekten mutlu eden, rahatlatan ve yaşama pozitif yaklaşmamı sağlayan iki "şey" olduğunu biliyorum. 1- İyi bir kitap (kurgusal bir metin olmalı, tamamen hayal ürünü, insanı eğlendirmek için yazılmış...) 2- Dört başı mamur bir sofra, enfes bir yemek. Ben de üstüme düşeni yaptım son birkaç günde mutluluğu yakalamak için. Önce kitabı okudum hararetle. Behzat Ç. dizisini seyretmediğimi tahmin edersiniz. Romanı okumak hoşuma gitti ama. Bu bir sürpriz değildi, zira "Her Temas İz Bırakır"ı okumuş ve sevmiştim. Bunun üzerine bir de Karaköy Lokantası'nı ziyaret edince iyi bir moral yüklemesi gerçekleştirdim. Bu satırları yüzümde gülümsemeyi andıran ve nispeten mesut bir ifade ile yazıyorum.

Karaköy Lokantası günün farklı saatlerinde, farklı amaçlarla ziyaret edebileceğiniz bir lokanta. Öğle yemekleri için defalarca gittim buraya ben. Lakin bu yazının konusu, günün ortasında yaptığım ziyaretler değil. Bu yemeklerde, kendini modern bir esnaf lokantası gibi konumlayan ve bu yaklaşımda hayli başarılı olan bir işletme buldum her defasında karşımda. Zeytinyağlılarıyla, mis gibi tencere yemekleriyle, yumuşacık sütlü tatlılarıyla insana güzel ve hafif bir öğle yemeği deneyimi yaşatan bir mekandan bahsediyorum. Üniversite öğrencisi garsonlarıyla hizmet veren, daha çok Karaköy'de çalışan tayfanın uğradığı şık bir restaurant, eğer o bölgede hayatımı sürdürseydim sık sık ziyaret edeceğim bir sığınak.

Ben size gecesini anlatacağım bu lokantanın. Gece saatlerinde ilk gidişimde beklenmedik bir "Doctor Jekyll and Mr. Hyde" sendromu yaşadım Karaköy Lokantası'na, zira gündüzleri bizleri tencere yemekleriyle ağırlayan o mekan, yerini dört başı mamur bir meyhaneye bırakmıştı. Bu, bendeniz için alışılmadık bir durum, açıklamakta güçlük çektiğim bir metamorfozdu. Gece çok güzel aydınlatılmıştı lokanta, masalar bembeyaz örtülerle kaplanmış, duvarlardaki mavi fayanslar ışıl ışıldı.Tahta sandalyeler, yukarı kata çıkan dökme demir döner merdiven, yerlerdeki eski model karolar, insanın aklını alan meze vitrini ve beyaz gömlekli, siyah önlüklü garsonlar. Her masanın dolu olduğunu ve rezervasyon yapmadan gitmenin büyük bir hata olacağını özellikle belirtmeme gerek yok diye düşünüyorum. İçerideki kabalık, dekorasyondaki detaycılık, normal şartlarda bir yüzme havuzu etkisi yaratabilecek mavi fayanslar bile çok hoşuma gitti. Özellikle de garsonların akıllara zarar sürati, güleryüzlü hizmeti, bir dediğinizi iki etmeyen harika tavrı üzerine konuşulmalı diye düşünüyorum. Ben ziyaret ettiğim yerlerde salt iyi hizmet gördüğü zaman, yani güzel "ağırlandığında" mutlu olan bir adam değilim. Pek çok işletme, günümüzde hem yemeklerinin zayıflığını, hem de zevksizliklerini şark usulü bir yalakalıkla örtmeye çabalıyorlar. Bundan nefret ediyorum. İyi hizmet olmazsa olmaz benim için, ama bir bütünün parçası. Karaköy Lokantası'ndaki hızır acil hizmete bayıldım resmen. Her şeyin ötesinde güleryüze ve size çaktırmadan, uzaklardan sizi takip eden garson mantığına. Tebrik ediyorum!

Yukarıdaki paragrafa bakarak dekorasyon ve servise tam puan verdiğimi görebilirsiniz sevgili dostlar. Bunun ötesinde mekanın lokasyonu da, gençliğimin geçtiği Karaköy bölgesine olduğu için ayrıca sempati duyuyorum. Öte yandan daha Galataport rant paylaşımı tam gerçekleşmeden kendi öz kentsel dönüşümünü yapan Karaköy coğrafyasının en şaşaalı yerinde olan bu lokantaya ulaşım pek kolay. Anadolu yakasından geliyorsanız, hiç kendinizi zorlamadan Kadıköy-Karaköy vapuruna binin derim. Yapılacak en mantıklı hareket bu. Arabaya binmeyin, vapurun, Boğaz'ın, Sarayburnu'nun, püfür püfür havanın keyfini çıkarın. İskelede indikten sonra sağa dönün, beş dakikalık yürüyüşten sonra kendinizi Karaköy Lokantası'nın önünde bulacaksınız. Avrupa yakasından geliyorsanız da yine toplu taşımacılığı kullanın derim; tramvayla Tophane'de alın soluğu, bir zahmet iniverin orada ve yine beş dakikalık yürüyüşle lokantayı bulacaksınız.

Gelelim yemeklere: Öncelikle o devasa soğuk meze vitrininin başında toplaşan ve mezelerin ışıltılı dünyasına dalıp giden insanlardan birisi olmak durumundasınız. Karar vermeden önce, iyice incelemelisiniz o güzellikleri. Pek çok seçenek arasından, eğer benim kafamda birisiyseniz, en başta bir patlıcan türevi, bir de yoğurtlu meze mutlaka seçmelisiniz. Ben, genel teamüllere uyarak haydari sipariş ettim öncelikle. Karaköy Lokantası'nın haydarisinin içinde çok ufak doğranmış salatalıklar da mevcut. Bu durumda cacık mı demeliyiz? Sanmıyorum, zira kullandıkları süzme yoğurt ve harikulade sarmısak kombinasyonuyla yemekten büyük keyif aldığım, belki de bugüne dek karşılaştığım en güzel haydari olmuş bu. Bir de patlıcan geldi masaya; o da bir hayli yoğurtluydu. Eğer isterseniz üzerine acılı bir sos da koyuyorlar; tercihe bağlı bir durum bu. Bana kalırsa bu da çok hoş bir mezeydi. Ayrıca pancar soslu enginar kalbi de, bir soğuk meze olarak arz-ı endam eyledi masada. Son dönemlerde çok severek yediğim enginar kalbinin tadı gerçekten hiç fena değildi, pancar suyu da çok yakışmıştı üzerine. Bunların yanına üzerine peynir rendelenmiş roka salatası da patlatınca ve bir de rakıyı ilave edince masa şenleniverdi iyice.

Ara sıcak zamanıydı şimdi. Sevgili dostlar, benim kitabımda ara sıcak dünyasının iki mühim aktörü vardır: Birincisi, tahmin edebileceğiniz gibi yaprak ciğer, diğeri de kabak kızartmadır. Kalamar da dahil olmak üzere, tüm diğer ara sıcaklar daha sonra gelir. Karaköy Lokantası'nda yediğim kabak tava gerçekten muhteşemdi. Çiçek Pasajı'ndaki Seviç'in kabağıyla aynı lezzetteydi diyebilirim. Todori'de yediğimden kat be kat daha iyiydi. Yine bu kategoride Eleos'u farklı bir yere koymak isterim, zira onların kabak kızartmasının içinde tadı çok bariz bir şekilde hissedilen bir peynir dominansı mevcut. Karaköy Lokantası'nda getirdikleri kabak tavanın yanında ise, sos olarak çok yoğun kıvamlı bir sarmısaklı yoğurt vardı. Kabaklarını yoğurda bana bana, kendimden geçerek yedim. Hemen ardından paçanga sipariş ettim. Burada önemli bir not: İlk defa ertesi gün kokusu her yanı sarmayan bir pastırmayla yapılmış bir paçanga yiyorum hayatımda. Tebrik etmek lazım mucidini. Ayrıca bir de kalamar lokmaları adını verdikleri, güveçte gelen muazzam yemeği söyledim. Tadının güzelliğini bir kenara bıraktım, sadece suyuna ekmek banmak, sınırsızca şamadıra yapmak bile benim için tarifsiz mululuklar kategorisinde yeni bir sayfa açtı. Kırmızı,yeşil biber ve bebek kalamar senfonisi diyebileceğim bu yemeği mutlaka deneyin sevgili dostlar. Mekanın yıldızlarından biri bana kalırsa.

Tatlı olarak ise kaymaklı peynir tatlısı ve sakızlı sütlaç deneme şansım oldu. Sütlaç gerçekten on numaraydı. Benim gibi pek "sakızperver" olmayan bir şahsiyeti bile yerinden oynatmayı becerdi tabir-i caiz ise.

Neticede Karaköy Lokantası, gerçekten güzel bir meyhane. Münferit ve türevleri gibi beni büyük hayal kırıklığına uğratan "modern meyhane" konseptinin içine dahil edebileceğim bir mekan değil, ama aynı zamanda klasik bir içkili lokanta da değil. Kendi havasında, kendi ruhunu yakalamış ve bunu bizlerle paylaşan "özel" bir meyhane. Yeni arayışlar içinde olan herkese duyrulur ve şiddetle tavsiye edilir!

Karaköy Lokantası
Kemankeş Karamustafa Paşa Mh. 
Kemankeş Cd No:37, 34425 İstanbul
T:0 212 292 4455

29 Nisan 2014 Salı

Adana Yüzevler Kebapçısı

Gözlerini kapatmalısın. Uzatma işte artık. Yemek, yazmak, yaşamak, ihtiyaç bunların hepsi. Yaşarken güzel yemekler yemek ve bunları yazmaktan daha ötesi var mı peki? Senin için yok. Kafanın içinde tam gaz oynanan tiyatro kimilerine anlamsız geliyor belki. Belki de haklılar; boş şeyler düşünüp, boş işlerle uğraşıyorsun. John Lennon "Working Class Hero" şarkısında aynen şunu söyler: "They hate you if you're clever and they despise a fool"... Ne akıllı ne de aptal olmak işe yarıyor demek ki. Toplum ikisini de sevmiyor, ne yapıp ederek dışlıyor. Toplum dediğin canavar, ortayolcuları seviyor ezelden beri. Hele bu ülkede rüzgarın yönü sürekli değiştiği için, sivri fikirleri ifade etmek ciddi bir risk taşıyor. Kapatmalısın gözlerini, gereksiz bu düşünceler. Uzatma. Bir kitapçının ortasında, rafları işgal eden binlerce kitaba göz gezdiriyorsun. "İçindeki Devi Uyandır"  Miden bulanıyor. "Ben Başardım, Sen de Başarabilirsin" Ellerinde bir titreme. "Yaşamına Format At" Sert bir öğürme duygusu bedenini alayıp geçiyor. "İstemenin Gücü" Dizlerinde bir boşalma hissi peydahlanıyor. Sert bir tekme ile devirmek istiyorsun rafları. Kitapların önünde durmuş yumruklarını sıkmış halinle seni tuhaf karşılıyordur insanlar. Bir yerde hata yapıyorsun. Buse Terim'in blogger olduğu ülkede, çok acilen bu işi bırakman lazım belki de. Uğraşmamalısın. Bir yararı olmayacak büyük olasılıkla çünkü. Zaman makinesi icat edilmesi durumunda 25 sene önceye gider, ünversiteye tekrar girer, büyük olaslıkla diyetisyen olurdun. Ya da yaşam koçluğuna verirdin bünyeyi. Beyaz Türkler taksitlerini ödeyemedikleri cep telefonları ve kıçlarına büyük gelen lüks arabalar dışında diyetisyen ve yaşam koçlarına harcıyorlar en büyük parayı. Onlara fazla gelen paralarını alırdın bir güzel. Zengin olurdun, bir güzel semirirdin. Yemeyenin zaten zayıflayacağını ve gerçekten aptallık yapmayanın yaşamda başarılı olacağı gerçeğini bilip kendi kendine kahkahalar atardın kuytu köşelerde. Ama ne yazık ki zaman makinesi henüz icat edilmedi ve sen bir kitapçıda sinirlendiğinle kalıyorsun. İyi bir kebap yemelisin. Kendine gelmeni, unutmanı, beynini uyuşturmanı sağlayacak formül bu: İyi bir kebap ! Ama öyle lastik gibi, satırlara küskün, fabrikasyon bir et curcunası değil, satır tarafından anası ağlatılmış, içine kaliteli acı basılmış, şalgam suyuyla taçlandırılacak bir güzellik peşindesin sen.

Gözlerini Adana Yüzevler'de açıyorsun. Bir sürü yeşillik var masada; adeta çiçek bahçesi gibi. Soğan, roka, gavurdağımsı bir salata, tulum peyniri, lavaş. Doksanlar'da mıydı bu lokantayla tanışman? Göztepe'de hani. Sonra Etiler'e de geldi. Adana'ya gidip yediğinde hiçbir fark görmemiştin. Demek ki artık Adana'ya gitmeye gerek yok iyi bir kebap yemek için, diye düşünmüştün. İstanbul'a getirmişler Adana'yı. Gülümsüyorsun. Tıpkı döner mevzuunda olduğu gibi, memleket insanının kebap konusunda da ciddi bir uzmanlığı olduğunu biliyorsun. Şimdi "bilmemneredeki kebabı dene esas" gibi yorumların gırla gideceğini de biliyorsun. "Orası çok bozdu" gibisinden beylik yumurtlamaların önünün kesilemeyeceğini de biliyorsun. Aldırma gönül aldırma! Lahmacun geliyor mini mini... Utanmasan tek lokmada bertaraf edeceksin, ama kibar taklidini çok iyi yaparsın. İki lokmada lüp! Küçük pide için de geçerli. Son derece lezzetli, son derece bilinerek yapılmış güzellikler bunlar. Ama dur, abartma, doyma, kebaba yer bırak. Ayıp etme bu güzelliğe. Çöpşiş ve ciğer konuyor masaya. Sakinsin ama coşkulusun da. Bu çöpşiş ise eğer, her yeri pıtırak gibi işgal eden "Çöpçü" gibi lokantalarda verdikleri yemek nedir? Peki bu ciğerse, Canımciğerim gibi halkımızın favorisi mekanlarda yediğin nesneler ne menem şeyler? Bu açıklanmalı. O kadar güzel ki ciğer şiş, kendinden geçmene ramak kalıyor. Yağlı, diri, yumuşacık, öfkeli ve sakinleştirici. Anlaşılması zor. Lavaşın arasına sokuşturduğun kuzu çöpşiş ise bir zamanlar Selçuk'ta yediklerin gibi adeta tanrısal. Kendini o kadar zor frenliyorsun ki! Daha on porsiyon söyleyebilirsin bunlardan. Çatlayana kadar da yersin. Ama kebap geliyor ağır ağır. Acılı mı acılı. Evet Bostancı'daki Yusuf Usta'nın, Samatya'daki Ali Haydar'ın, Kurtköy'deki Özsu'nun kebapları çok güzel. Hepsini çok severek indiriyorsun mideye. Ama bu başka. Bu insanı insanlıktan çıkarıyor. Eğer bu kebapsa, Develi, Sahan gibi yerlerde verdikleri ne? Onlara başka bir isim koymalı. Sadece hangar gibi mekanlar açıp beyaz örtülü masalarla döşeyip, kapıda on kişiyle karşılama merasimi yapmakla iyi lokanta olunmuyor. Türkler iyi yemekten değil, iyi ağırlanmaktan hoşlanıyorlar ve bu sebepten adı geçen yerlerin seveni çok. Kebaptan bir çatal alıyorsun. Ağzından dağılmasına izin veriyorsun. O da kendini sunuyor sana. Sakin ve güvenli. Uzun bir geçmişi var ama o kadar genç ve enerjik ki. Acısı yerinde. Etin her bir dokusunu hissediyorsun. Kuyruk yağına tapanlar cemiyetininin müstesna bir üyesi olarak, bu yağın öyküsünü anlatmasına izin veriyorsun. Hafif sulu. Ben varım diyor bu et. Ben yaşıyorum diyor. Öfkelenme, yaşamana bak diyor. Ben senin terapistin olurum diyor.

Yerinden kalkıyorsun. Gerçekten sakinsin. Buse Terim mi? Çok uzaklarda şimdi. Müzeyyen Senar ve Zeki Müren'i canlı izledin, rakı içmelerini gördün bir zamanlar. Yüzevler'de kebap yedin, Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı 4-3 yendiği maçta tribündeydin. Biber gazı yedin. Iron Maiden'i seyrettin. The Beach filminin çekildiği kumsalı gördün. Belki de hayat o kadar kötü bir şey değil be arkadaş...

Adana Merkez : Ziyapaşa Bulvarı, Yüzevler Apt. Zemin Kat.No:25/A Seyhan/Adana
Telefon : 0322 454 75 13
Faks : 0322 459 47 37
E-Posta : iletisim@yuzevler.com.tr
Türk Telekom Arena Şube : Türk Telekom Arena Şişli /İSTANBUL
Telefon : 0212 287 01 01
Faks : 0212 287 01 01
E-Posta : arena@yuzevler.com.tr
Etiler Şube : Nispetiye Cad. No:10
Telefon : 0212 287 01 01
Faks : 0212 287 01 01
E-Posta : etiler@yuzevler.com.tr
Maslak Şube : Ahi Evren Cad. Nazmi AKBACI Tic. Mrkz. No:210
Telefon : 0212 346 21 71
Faks : 0212 346 21 74
E-Posta : maslak@yuzevler.com.tr
Göztepe Şube : Göztepe İstasyon Cad.No:17 Göztepe Kadıköy/İstanbul
Telefon : 0216 355 18 80
Faks : 0216 467 59 08
E-Posta : goztepe@yuzevler.com.tr