22 Mayıs 2014 Perşembe

Can Oba Restaurant

Üzerime atılan ölü toprağına dokunuyorum. Yorgunum. Pek sevdiğim, kendimi bildim bileli dünyamdaki tüm siyah boşlukları dolduran ve teklifsizce her yanı farklı renklere boyayan sihirli kelimelerin, beni arkalarına bakmadan terk ettiklerinden endişeleniyorum bir süredir. Sadık dostlarım sözcükler! Nice zamandır, ne kadar istersem isteyeyim, ne denli gayretkeş bir edayla Mac'imin başına geçersem geçeyim, ne büyük bir çabayla dikkatimi toplamak için çabalarsam çabalayayım elim klavyeye gitmiyor, tek kelime çıkmıyor. Eskiden bir tatlı su kaynağından süzülen serin sular gibi ağır ağır dimağımdan fışkıran ve ete kemiğe bürünen cümlelerin yerinde yeller esiyor artık. Çok yorgunum... Tutunmak istediğim tüm dalların birer birer kırılmasından, aklımın, zihnimin, benliğimin, ruh namına ne kaldıysa içimde, hepsinin, her şeyin yerle yeksan olmasından başka anlatabileceğim bir ayrıntı yok.  Boşluğu anlatabilmek isterdim size. Tuzla buz olmanın tasvirini fısıldamayı arzu ederdim kulaklarınıza. Kafama inmesine ramak kalan tırtıklı balyozun aslında tek kurtarıcım olduğunu anlatan methiyeler düzmenin hayalini kurardım gücüm olsaydı. Düş kurmaya bile takatım yok artık. Sessizlik. Münzevi bir lacivertin içinde hapsolmuş debeleniyorum. İnsan olmanın yanlış bir yanı var. Bunu kabullenmem zaman almış olsa da, artık biliyorum. Oysa Matrix'te böğürmüştü Ajan Smith, "kendi çevresini değiştiren tek varlık insandır," diye. Bunalıyorum. Siyasi ve sosyal mesajlar vermeden kendi bunalımımı yaşamama izin verin dostlar. Kendi içimde halledeyim ben bunu. Bu dünyada, bu ülkede, bu şehirde yaşamanın yüküyle kendim savaşayım. Ülkede son yaşananlardan sonra, memleketin dört bir yanından gelen tuhaf tepkilere, ülkeyi yönetenlere, onlar tarafından mazoşist bir keyifle yönetilenlere, sosyal medyanın kokuşmuş bataklığına şöyle bir baktıktan sonra aklımda hep aynı soru var: "Bunlar insan ise, ben neyim?" Başka bir tür olmalıyım. Yoksa yaşayamam, kabul edemem bunu. Onlar insan ise, ben başka bir şeyim. Yok eğer ben insan isem, onlar başka bir tür. Bu mantıkla kendimi rahatlatabilirim. Nasıl aslandan korkuyor, köpekbalığından kaçıyorsam, onlardan da uzak durmayı öğrenirim. Birbirlerini öldürmelerini, çevrelerini değiştirmelerini, savaşmalarını, yok etmelerini uzaktan seyrederim. İktidarı, muhalefeti, dincisi, solcusu, ortayolcusu ile oynadıkları ortaoyununa sırtımı döner, sokaklarda dolaşırım kendi kendime. Elimden gelen başka hiçbir şey yok. Tek avuntum var şimdi: Ürkek de olsa yazıyorum artık.

Şimdi -nedendir bilinmez- bana geri dönen kargacık burgacık kelimelerim, ağır aksak adımlarım ve karanlıktan titreyen cılız bir mum ışığı misali, sadece kendi dibini aydınlatan belleğimle Sirkeci'nin arka sokaklarında dolaşıyorum. Süklüm püklüm inceliyorum etrafımı saran etten duvarın sinsi çatlaklarını. Düyun-u Umumiye'nin kurşuni bir sisin ardından üzerime gelen silüeti var uzak bir yerlerde. Aldırmıyorum. Kesif kokoreç rayihasının rehberliğiyle Büyük Postane'nin devasa varlığını kucaklıyorum ardından. Aklımı dağıtmanın, uzaklaşmanın, sevme ve yaşama ihtimalimin olduğunu düşünmenin tek yolu kentin yemek kokularını takip etmek belki de. Mısır Çarşısından gelen baharat kokularının, hemen yanından gelen kuş yemi ve pestisit karışımının, Haliç'ten burnuma çalınan yosun, bok ve balık harmanı bileşimin etkisinden kendimi sıyırıp mis gibi kokoreç kokusu ile dolduruyorum ciğerlerimin her bir köşesini. Kentin en iyi kokoreçi burada, bilen biliyor, ben de biliyorum, ama midemi doldurmamalıyım onunla. Her yönden akan insan kalabalığı kendi derdindeymiş gibi geliyor. Bir "Memleketimden İnsan Manzaraları" yazamayacağımı adım gibi biliyorum. Olsun. Bu durum, insanlara bakmama engel değil. Sirkeci çevresi İstanbul'un atardamarı sanki; buradan pis ve eskimiş bir kan pompalanıyor sokaklara. Yaşam ve insanlar akıyor. Öyküler ve sıkıntılar akıyor. Ölümler, aldatışlar, yalanlar, kurnazlıklar, hüzünler, öfkeler, yalnızlıklar, dertler, çığlıklar, gözyaşları, kaçışlar, bunalımlar, küfürler akıyor. Geçim derdi, hastalık derdi, memleket derdi, ezilmişlerin derdi akıyor. Hava günlük güneşlikken bu kadar hüzünlü görünen bir şehir gördünüz mü siz hiç? Ben gördüm... Sağımda Büyük Postane, hiç istikametimi bozmadan dörtnala ilerliyorum. Karşı sokağa hiç girmemiş olabilirim. Hafif sağa kıvırıp hemen karşıya geçiyorum. Buranın adı Hocapaşa Mahallesi, Hocapaşa Sokak. Omuz omuza vermiş derme çatma lokantaların arasından ben de akıyorum şimdi. Önünde durduğum Can Oba Restaurant'a dalıveriyorum hemen.

Kaç masa var bilmiyorum, yedi sekiz belki. Küçük mü küçük, kesinlikle en ufak estetik bir dokunuşu olmayan, iyi bir kaşarlı tost yiyebileceğiniz izlenimini veren sıradan bir lokantadayım. Soğutma dolabı oturduğum masanın yanıbaşında duruyor, içinde su, diet kola gibi içecekler ve bunların yanında, dolabın geri kalanıyla çelişen özel peynirler, soslar ve adını bile bilmediğim bazı karışımlar mevcut. İşte bu korkutucu! Neredeyim ben? Neden? Masaya kurulmuş tedirgin bekliyorum. İçeri uzun boylu, renkli gözlü, pek de Türk'e benzemeyen bir adam giriyor rüzgar hızıyla. "Merhaba Ben Can Oba," diyor. (Şimdi bu satırları yazarken düşünüyorum: Bu şekilde yazmak yerine, "Sevgili Can Oba bizi çok iyi karşıladı" gibisinden, diğer kalemşörlerin yaptığı şekilde, senelerdir tanıdığım bir askerlik arkadaşımdan bahseder gibi mi yazsaydım diye. Ama tanımıyorum ki adamı. Siktiret dostum.) Derme çatma, büfeden bozma, tüm süratiyle akan insan selinin göbeğinde konuşlanmış bu tuhaf lokantada Can Oba'yı dinliyorum. Gavur terbiyesi aldığı her halinden belli olsa da, Türk kanının verdiği küçük patlama ve bize özgü esprilerle neler yiyebileceğimizi sayıyor bir bir. "Burada menü yok," diyor, "Yemekleri ben anlatıyorum". Gerçekten de yemekleri birer birer, öykü sunar gibi masaya döküyor," Bugün elimde bu var, şunu yaptım, şöyle bir somon kullandım, pastırmayı şu şekilde sardım" gibisinden bir tasvir sürecine girişiyor. Büyüleniyorum. Yemek tarifi çok dinledim, lokantaların ve lokantaları işleten insanların öykülerini de, ama bir menünün bu şekilde anlatılması ile ilk kez karşılaşıyorum. Sayılan yemekler -ki birazdan hepsini anlatmaya çabalayacağım- beklenmedik bir "Müslüman mahallesinde salyangoz satma" çelişkisini fısıldıyor kulaklarıma. Etrafta dolaşan insanlara, yandaki Balkan Lokantası'nda sıra bekleyen güruha, kebapçılara, arkaya sıkışmış caminin sıkıntılı gövdesine bakarken, insana tüm bu hengamenin ortasında bir "fine dining" adacığı inşa ettiren taşşaklı (evet iki "ş" ile) motivasyonun esvab-ı mucibesini merak etmekten kendimi alamıyorum. Dünyada yılın şefi olarak seçilen Michelin yıldız’lı Alfons Schuhbeck’in mutfağında uzun yıllar eğitim görüp çalıştıktan sonra üç yıl süre ile 'Schuhbeck’s Inn' restoranında mutfak şefi olarak görev yapan ve sıkı durun, 'Schuhbeck’s Inn' ile Almanya Hessen eyaletinin en iyi mutfağı ödülünü alan Can Oba'nın özgeçmişine hayran olmamak elde değil. (Wikipedia gurmelerine selam olsun buradan, ne kolaymış bir şeyi "google" yapıp biliyormuş gibi anlatmak). Ben otururken, birçok kişiyi kapıdan çeviriyorlar, mekana rezervasyonsuz girmek mümkün değil çünkü. Geceleri üç ay sonrasına kadar dolu, öğlenleri ise fena değil. Gün içinde saat üç ile altı arasında giderseniz rezervasyon olmadan yer bulabilirsiniz. Resmen yalvaranlar görüyorum kapıda, bu tarz bana çok tuhaf geliyor, ama çok tercih edilen bir lokantaya rezervasyon yaptırmadan gelip kapıda yalvaran zihiyetin acı çekmesi de hoşuma gidiyor. Keyifle izliyorum.

Benim gibi çorbaperver adamlar için biçilmiş kaftan bu lokanta, zira Can Oba, üç çeşit akıllara zarar çorba servis ederek aklınızı başınızdan alabilme yeteneğine sahip. Birincisi "balık çorbası" ismini taşıyan güzide "çalışma". Şefin söylediğine bakılırsa Bouillabaisse adlıyla bildiğimiz, gayet yakından tanıdığımız ve pek sevdiğimiz Fransız yemeği aslında bu. İçinde pişmiş balık, kabuklu deniz hayvanı ve sebze çeşitleri bulunan bir çorba kendisi. En son, Berlin'deki KaDeWe'nin tepesinde yer alan gurme katında yemiş, fena halde keyif almıştım. İkincisi mısır çobası denen bir afet. İçinde aslanlar gibi bir jumbo karides ve birkaç parça nachos ile servis ediliyor. Üstad, "imkan olsa nachos'u kendim yapardım, ama satın alıyorum," diye itiraf ediyor. Tadı enfes, terbiyesi ağızda eriyor, taze mısır tanelerini hafif hafif çiğneyerek mideye indirebiliyorsunuz. Üçüncüsü ise patates çorbası. Hiç de fena değil, üstelik içinde karamelize soğanlar ve bir dilim pastırma ile sunulması harika bir yaklaşım. Sürpriz olarak, pastırmanın içine sarılmış halde bir hurma tanesi çıkıveriyor karşınıza. Tatlımsı hurmanın, tuzlu pastırma ile hararetli öpüşmesinden hafif kakafonik bir patlama çıkmış olsa da, bana kalırsa bu çorbanın varlığı insanoğluna hayli lezzet dolu gastronomik bir ufuk açıyor. Hepsi şahane, hepsi denemeye değer çorbaların.

Pastırmalı Hurmalı Patates Çorbası
Jumbo Karidesli Nachos'lu Mısır Çorbası 
Sonra isterseniz ara sıcak, isterseniz iştah açıcı deyin, ne isim verirseniz verin, iki muhteşem yaratık süslüyor masayı. Bunlardan birincisi tüm şanı ve şöhretiyle deniz tarağı. Bendeniz gavurların scallop dediği bir yavruları oldum olası pek sever, menüde varsa mutlaka sipariş eder, arkama yaslanıp büyük bir merakla beklerim. Can Oba menüyü ilan ederken, hiç düşünmeden deniz tarağı söylüyorum. Masaya gelen şaheser, ıspanak yatağında, istakoz sosuyla taçlandırılmış, turp filizleri ile sunulan bir sürpriz. Yerken, bir saygısızlık yapmamak için ellerim titreyerek, hiç ses çıkarmadan duruyorum. Bu yemeğe saygısızlık etmemek gerekir. Tarağın yumuşacık dokusu ağzımda dağılırken kadifemsi bir dokunuş yalayıp geçiyor bedenimi, ürperiyorum. Bunca saçmalığın arasında yaşadığımı hissediyorum işte. Sonra kuşkonmaz süzülüyor masanın tam orta yerine. Somon fümeye sarılmış, özel bir eritme peynirle kucaklaşmış, portakal dilimleriyle taçlandırılmış bir nefaset bu. Ağzıma bir parça kuşkonmaz, azıcık somon füme, biraz da o peynirden atıp, tadını betimlemekte bir hayli zorlanacağım mucizevi bir bulamaç vücuda getiriyorum. Yiyorum, öyleyse varım!

Ispanak Yatağında İstakoz Soslu Deniz Tarağı
Somona Sarılmış Kuşkonmaz
Ana yemek faslında cevizli ve ahtapotlu risottonun kollarına bırakıyorum kendimi. Bu yemeğin her santimetrekaresinin keyfine varmaya çabalıyorum. Tabaktaki farklı türden domatesler, risotto ile ne kertede uyumlu ise, pişirilmiş kirazlar o denli tezat teşkil ediyor. Gücünü karşıtlıktan alan bir lezzet infilakına sahne oluyor Sirkeci semaları. Ahtapot kendi öyküsünü anlatıyor, lokum gibi mübarek. Ceviz ve pirinç karışımında sihirli, adını şu an bile koyamamış olduğum bir fısıltı var. Sanki hiç anlatılmamış bir hikayenin mahçup anlatıcısı gibi sofradan bana bakıyor. Bakışıyoruz. Diğer ana yemeğin, vejateryan lazanyasının dolgun, tatminkar ve savaşçı ruhu bile etkilemiyor beni. Sevmek istiyorum. Bana bu kadar sıcak bir kucaklayışla kollarını açan bir risottonun yanılıyor olması imkansız. Yaşamak istiyorum. Dünyada böyle yemeklerin varolduğunu bildikçe, gidip onları keşfetmek ve başkalarına anlatmak gerektiğini biliyorum. Mucizeleri bekliyorum. Bu ahtapotun varlığı bana iyi birşeyler olacağının habercisi gibi geliyor. İyi ve huzurlu bir geleceğin. İyi ve sakin bir dünyanın. İyi ve mutlu bir Alp'in...

Vejateryan Lazanya

Ahtapotlu Cevizli Risotto
Ve bunların üzerine bir de peynir pastası... Altında krokan ve ceviz, yanında karamel sos ile servis edilen, insanı kendinden geçirmeye namzet bir tatlı. Gözlerimi kapıyorum, Sirkecinin aceleci hayatına sırtımı dönüyorum. Bütün koşuşturmalara, mücadelelere, mecburiyetlere, sorumluluklara, buhranlara, angaryalara, kavgalara, rekabetlere, kırgınlıklara sırtımı çeviriyorum. Yok sayıyorum varolan her şeyi ve bu pastanın kendini tanıtmasına, beni ele geçirmesine, yok etmesine ve yeniden tanımlamasına izin veriyorum. Bir başyapıttan çok uzun bahsedilmez, onu yaşamak gerekir sevgili dostlar.

Krokanlı Cevizli Karamel Soslu Peynir Pastası
Sonra kalkıp gidiyorum. İçimde yazabilmenin coşkusu, ağzımda inanılmaz bir lezzet valsi, beynimde de hayatım boyunca ilk defa Müslüman mahallesinde salyangoz satan birinin başarılı olduğunu görmenin yarattığı tarifsiz hazla... Kalkıp gidiyorum...

Ama bazen gidersiniz ve kalbiniz bir yerde kalır ya. İşte öyle gidiyorum.

Can Oba Restaurant
Hoca Paşa Mh., Hocapaşa Hamamı Sk 
No:10, 34112 Sirkeci/Istanbul
Tel: 0 212 522 1215


12 Mayıs 2014 Pazartesi

Fincan - Burgazada

19. yüzyılda İstanbul’a gelen zamane gezginleri, tahmin edersiniz ki deniz yolunu kullanmışlar, bindikleri devasa yelkenliler ile Akdeniz limanları üzeriden salına salına Dersaadet’e gelmişler, İstanbul denen heybetli canavarın Üsküdar, Sarayburnu, Pera üçgeni arasındayken camilerin kurşuni kubbelerini, kiliselerin kulelerini, alt alta üst üste ahşap evlerin havasız üslubunu görüp hayret etmişler, nereye bakacaklarını şaşırmışlar, bir süre nefeslerini tutmuşlar, ardından, gemileri yanaşıp da şehre adım atınca, sokakları dolduran Türkler, Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Ruslar, Fransızlar ve  Afrikalılar’ın yarattığı renk cümbüşü içinde kendilerinden geçmişler, kimileri büyük bir hayranlık duyarken, bazıları bu kaotik düzenin içinde boğulur gibi hissetmiş, ama neticede Nerval, Gautier, Lamartin, Amicis, hangisi olursa olsun, hayatlarında hiç görmedikleri bir şeyle karşılaştıklarını ifade etmekten çekinmemişlerdir. Bunların içinde, kentimiz hakkındaki en çarpıcı cümleler, bana kalırsa, Edmondo De Amicis’e aittir. Amicis şöyle der: “İstanbul Babil’dir, bir âlemdir, kâinatın yaratılmadan önceki karışıklığıdır. Güzel midir? Harikuladedir! Çirkin midir? Berbattır. Hoşunuza gider mi? Sarhoş eder. Orada yaşar mıydınız? Kim bilir! Bir yıldızda yaşayıp yaşayamayacağını kim söyleyebilir?” Hayat boyu yaşadığım kenti böyle anlatamayacağımı düşünerek yaptım bu alıntıyı sevgili dostlar. Peki tüm bu gezginlerin, İstanbul’a girerken ilk gördükleri nedir: Tabii ki Prens Adaları! O senelerde İstanbul’un gerdanlığı gibi dizilmiş bu takımadaları gözdüğünüzde, şehre girmiş sayardınız kendinizi. O koca yelkenlilerin güvertesine kurulmuş gezginler de, Payitaht’ın yaklaşmakta olduğunu Prens Adaları’nı gördüklerinde anlayıp büyük bir mutluluk ve heyecan duymuşlardı. Peki bu kadar kuşaktır bu kentin yerlisi olan bendeniz neden bu denli uzaktım adalara? Kendime bu soruyu sorduğumda hep aynı cevabı veriyorum: Ailemde adada yaşama kültürü olmadığı için büyük olasılıkla. Annem Beykozlu, babam Paşabahçeli; onlar için deniz kenarı hep Boğaz kenarı anlamına gelmişti belki de. Ada uzak bir şeydi, bize yabancıydı, bizim bir parçamız olmadı hiçbir zaman. Belki sırf bu yüzden ben de bu kadar az gördüm, tanıdım, gezdim adaları. Kırk senelik İstanbul çocuğunun adaları geç yaşlarında keşfetmesi ayıp bana kalırsa, ama hala keşfedilecek bir şeyler olması da bana kendimi iyi hissettiriyor.

Adaların içinde son dönemde en sık ziyaret ettiğim Burgazada. Burayı gerçekten seviyorum. Belki nispeten daha az oturanı bulunduğu ve Büyükada’ya göre daha sakin olduğu için, ya da belki Kalpazankaya gibi, seneler içinde arkadaşların tekneleri ile yanaşıp yemek yemeyi adet edindiğimiz bir yere sahip olduğu için, ya da belki de salt bizim lisenin orada bir arazisi olmasından ötürü çocukluğumda ilk ziyaret ettiğim ada olduğu için. Tamamen kişisel nedenlerden ötürü kalbimde ayrı bir  yeri olan Burgaz’ın Kalpazankaya’daki enfes lokantasını daha önce burada anlatmaya çalıştım. Şimdi sıra, adanın öbür yakasında, iskele tarafında karşıma çıkan ve ziyaret etmekten büyük bir mutluluk duyduğum başka bir lokantasına geldi. Adı Fincan... İskeleden iner inmez karşınıza çıkan restaurant silsilesi içinde gözünüze çarpacaktır hemen. Ben ulaşım yolu olarak Mavi Marmara’yı tercih ediyorum Burgaz’a giderken. Mavi Marmara iskelesinden Fincan’a ulaşmak için sağa saparak elli metre kadar yürümeniz yeterli olacaktır. Mekan, Nisan ayının ortalarından itibaren her gün her saat açık. Kış ve ilkbahar dönemlerinde ise sadece haftasonlarında hizmet veriyor. Yanyana dizilmiş, balıkçı/meyhane işletmeleri içinde en küçüklerinden birisi diyebilirim. Ama çok şirin ve oturunca karşınıza Heybeliadayı alarak keyifle demlenebiliyorsunuz. Küçük tahta masaları ve mavi sandalyeleri de ayrı bir sıcaklık katmış Fincan’a. İnsanın hemen kurulup bir rakı yuvarlayası geliyor. Burada oturduğumda hem İstanbul’u görüp, yakında olduğunu bilip, hem de aynı zamanda bu kadar farklı bir atmosferde bulunduğumu fark ederek hayret ettim. Ücra bir sahil kasabasında, doğup büyüdüğüm yere çok uzaktaydım sanki. Oysa gerçekte sadece yarım saatlik bir mesafe vardı koca şehirle aramda.

Fincan’ın sahibi Rasim Sofuoğlu, 1986 senesinden beri hizmet veren lokantayı, Ermeni ve Rum usulü mezeleri eski tadıyla bulabileceğiniz, Burgazada'da denizin kıyısında iki büyük dükkanın arasına sıkışmış ufak ve şirin bir işletme olarak niteliyor. 40-50 kişilik dış mekan, 25-30 kişilik iç mekan kapasitesi ile hizmet veriyor. Rasim Sofuoğlu'nun dedesi adaya ilk yerleşenlerdenmiş, Rasim Bey de adada doğmuş, eski adayı yaşatmaya çalışanlardan biri olarak tanımlıyor kendini. Eşi Canan Hanım ise beslenme bölümü mezunu ve restoranın aşçılığını da üstlenmiş durumda. Ermeni usulü midye dolma ve Çerkes tavuğu Efe Rakının meze yarışmasında ödül almışlar. Bütün mezeler onun elinden çıkıyor. Gelip oturduğunuzda size bizzat hizmet ediyor, bol bol sohbet ediyor ve çok canayakın davranıyorlar. Özellikle Rasim Bey’in bitmeyen enerjisi ve espri yeteneği mekanın en önemli özelliği haline gelmiş durumda bana kalırsa. Orada bulunduğum sürede, bazı müdavimlerin sırf Rasim Bey ile sohbet etmek için ziyarete geldikleri hissine kapıldım desem yeridir.Yemekler çok çeşitli, ama benim size tavsiyem, akşamüstü, hava henüz kararmamış iken gidip otlu beyaz peynir eşliğinde bir duble rakı koymanız ve sessizce gelip geçene bakmanız. Sükunet ve huzur içinde, o peynirle rakının ağzınızın içinde halvet olmasına izin vererek dünyayı unutmanız. Kendinize ayırdığınız o birkaç dakika içinde yaşamın güzel bir şey olduğuna kanaat getirerek teknelerin önünüzden geçişini seyretmeniz. Sonra diğer mezeler, arasıcaklar ve balıklar şenlendirebilir masanızı. Neler mi var?

Otlu Penir, Zeytinyağlı Biber Dolma, Zeytinyağlı Çalı, Barbunya Pilaki, Şakşuka, Deniz Börülcesi, Deniz Fasulyesi, Kaya Koruğu, Semizotu Salatası, Patlıcan Salata, Selanik Patlıcan Salata, Pazı Salata, Fincan Meze, Çerkes Tavuğu, Girit Dolma, Balık Salata, Lakerda, Çiroz, Midye Dolma, Midyeli Pilav,  Soyalı Uskumru, Levrek Simit, Tarama, Midye Pilaki, Kalamar  Izgara,  Kalamar Tava, Tereyağı Karides, Karides Güveç ,Karides Cips, Susamlı Karides, Balık Gözleme, Balık Köfte, Somon Köfte,  Paçanga Böreği, Sigara Böreği, Kaşarlı Kroket, Kaşarlı Böreği, Patlıcan Tava, Kabak Tava, Peynir Sahanaki, Izgara Hellim Peyniri , Kızarmış Feta Peyniri... ve daha niceleri.

Bendeniz meyhanelerin mihenk taşı olduğuna inandığım patlıcan salatasından sipariş ettim, gayet lezzetliydi. Közün tadı damağımda kaldı. Yoğurtlu semizotu ve tarama söyledim, özellikle tarama gerçekten çok güzeldi. Benim için taramaların şahı Cavit’in yaptığıdır, bunu defalarca yazdım, yine de, burada mideye indirdiğim tarama, tam “eski usül” yapılmış, babaannemin evinde yaptığı türden, eski İstanbul mezesi tarzında, hafif kıvamlı, balığın varlığını insanın içinde hissettiren bir mezeydi. Somon rulosu içinde krem peynirli, sushivari bir meze geldi, ismini bilemediğim için tarif etmeye çabaladım. Gayet güzeldi. Soyalı uskumru, sigara böreği, kalamar tava, kabak tava ve paçanganın tadına baktıktan sonra kapanışı karides güveç ile yaptım.  Karides güveç tam şamadıralıktı. Sigara böreği ise son kertede hafif ve lezzetliydi. Gerçekte tıkabasa yememe karşın kendimi hiç rahatsız hissetmedim. Tüm saydığım yemeklerdeki malzemelerin taze olduğunu ve Canan Hanım’ın elinden çıktığını ayrıca vurgulamam gerekiyor. 

Fincan, bana kalırsa Kalpazankaya ile birlikte, yeme içme kültürü konusunda Burgazada’nın iki önemli değerinden birisi.  Sizde bir şehrin ezici keşmekeşinden kaçıp soluğu adada aldğınızda ziyaret etmelisiniz mutlaka. Geçici de olsa yenilenmiş ve huzurlu olarak döneceksiniz şehre.

Fincan Cafe Restaurant

Gezinti Caddesi No: 6

Burgazada İstanbul Turkey

Tel: 0216 381 13 50

GSM: 0533 958 75 23

GSM: 0532 512 68 21

6 Mayıs 2014 Salı

Karaköy Lokantası

 Bahar geldi artık. Havalar güzelleştiği ve ısındığı zamanlarda tüm enerjisini kaybeden bir insan olarak, bu sene ilkbahar-yaz dönemlerini iyi geçirmeye kararlıyım sevgili okurlar. Daha olumlu, enerjik, ne yaptığını bilen bir ruh hali içinde, kentin atardamarlarında fink atma konusunda yapmış olduğum güzide bir plan var, bunu yürürlüğe sokacağım izninizle. Biraz değişmeliyim, diye düşündüm bu sene tüm hızıyla geçerken. Burada zaman zaman saydırdığım hatta sövdüğüm kişisel gelişim meselesine yakınlık kazanmak, kaleyi içerden fethetmek, ya da belki önyargılarımı kırıp kendi haksızlığımı ispat etmek için "Ferrari'sini Satan Bilge"yi satın aldım geçen gün. Bu benim için önemli bir adımdı. Olumlu davranmak için çaba harcamak, dünyayı daha yaşanılır bir yer kılma konusunda insanlık için küçük, benim için büyük bir sıçramaydı. Lakin kitabı okurken, kafa yapımı değiştireceğini düşündüğüm en ufak bir bilgi kırıntısı bile bulamadım. Bulmayı bırakın, insanoğlunun Platon'dan beri bir adım bile yol kat edemediğini, hatta ciddi şekilde gerilediğini, yüzeyselleştiğini, acınacak hale geldiğini gördüm. Nefret ettim. Hemen Emrah Serbes'in uzun zamandır beklettiğim "Son Hafriyat" adlı kitabını bir solukta okuyup, Robin Sharma'nın saçmalıklarını süratle kafamdan sildim, rahatladım. Şimdi daha sakinim bu satırları çiziktirirken. Mutluluk, bana kalırsa insanın oturup hayal kurması ve meditasyon yapmasıyla, ya da kafasından olumlu düşünceler geçirmesiyle yakalayabileceği bir duygu durumu değil. Benim inancıma göre, dışarıdan bir "uyaran" olmak zorunda mutlu olmamız için. Yani "her şey kafamızın içinde" söylemine katılmıyorum. Beni gerçekten mutlu eden, rahatlatan ve yaşama pozitif yaklaşmamı sağlayan iki "şey" olduğunu biliyorum. 1- İyi bir kitap (kurgusal bir metin olmalı, tamamen hayal ürünü, insanı eğlendirmek için yazılmış...) 2- Dört başı mamur bir sofra, enfes bir yemek. Ben de üstüme düşeni yaptım son birkaç günde mutluluğu yakalamak için. Önce kitabı okudum hararetle. Behzat Ç. dizisini seyretmediğimi tahmin edersiniz. Romanı okumak hoşuma gitti ama. Bu bir sürpriz değildi, zira "Her Temas İz Bırakır"ı okumuş ve sevmiştim. Bunun üzerine bir de Karaköy Lokantası'nı ziyaret edince iyi bir moral yüklemesi gerçekleştirdim. Bu satırları yüzümde gülümsemeyi andıran ve nispeten mesut bir ifade ile yazıyorum.

Karaköy Lokantası günün farklı saatlerinde, farklı amaçlarla ziyaret edebileceğiniz bir lokanta. Öğle yemekleri için defalarca gittim buraya ben. Lakin bu yazının konusu, günün ortasında yaptığım ziyaretler değil. Bu yemeklerde, kendini modern bir esnaf lokantası gibi konumlayan ve bu yaklaşımda hayli başarılı olan bir işletme buldum her defasında karşımda. Zeytinyağlılarıyla, mis gibi tencere yemekleriyle, yumuşacık sütlü tatlılarıyla insana güzel ve hafif bir öğle yemeği deneyimi yaşatan bir mekandan bahsediyorum. Üniversite öğrencisi garsonlarıyla hizmet veren, daha çok Karaköy'de çalışan tayfanın uğradığı şık bir restaurant, eğer o bölgede hayatımı sürdürseydim sık sık ziyaret edeceğim bir sığınak.

Ben size gecesini anlatacağım bu lokantanın. Gece saatlerinde ilk gidişimde beklenmedik bir "Doctor Jekyll and Mr. Hyde" sendromu yaşadım Karaköy Lokantası'na, zira gündüzleri bizleri tencere yemekleriyle ağırlayan o mekan, yerini dört başı mamur bir meyhaneye bırakmıştı. Bu, bendeniz için alışılmadık bir durum, açıklamakta güçlük çektiğim bir metamorfozdu. Gece çok güzel aydınlatılmıştı lokanta, masalar bembeyaz örtülerle kaplanmış, duvarlardaki mavi fayanslar ışıl ışıldı.Tahta sandalyeler, yukarı kata çıkan dökme demir döner merdiven, yerlerdeki eski model karolar, insanın aklını alan meze vitrini ve beyaz gömlekli, siyah önlüklü garsonlar. Her masanın dolu olduğunu ve rezervasyon yapmadan gitmenin büyük bir hata olacağını özellikle belirtmeme gerek yok diye düşünüyorum. İçerideki kabalık, dekorasyondaki detaycılık, normal şartlarda bir yüzme havuzu etkisi yaratabilecek mavi fayanslar bile çok hoşuma gitti. Özellikle de garsonların akıllara zarar sürati, güleryüzlü hizmeti, bir dediğinizi iki etmeyen harika tavrı üzerine konuşulmalı diye düşünüyorum. Ben ziyaret ettiğim yerlerde salt iyi hizmet gördüğü zaman, yani güzel "ağırlandığında" mutlu olan bir adam değilim. Pek çok işletme, günümüzde hem yemeklerinin zayıflığını, hem de zevksizliklerini şark usulü bir yalakalıkla örtmeye çabalıyorlar. Bundan nefret ediyorum. İyi hizmet olmazsa olmaz benim için, ama bir bütünün parçası. Karaköy Lokantası'ndaki hızır acil hizmete bayıldım resmen. Her şeyin ötesinde güleryüze ve size çaktırmadan, uzaklardan sizi takip eden garson mantığına. Tebrik ediyorum!

Yukarıdaki paragrafa bakarak dekorasyon ve servise tam puan verdiğimi görebilirsiniz sevgili dostlar. Bunun ötesinde mekanın lokasyonu da, gençliğimin geçtiği Karaköy bölgesine olduğu için ayrıca sempati duyuyorum. Öte yandan daha Galataport rant paylaşımı tam gerçekleşmeden kendi öz kentsel dönüşümünü yapan Karaköy coğrafyasının en şaşaalı yerinde olan bu lokantaya ulaşım pek kolay. Anadolu yakasından geliyorsanız, hiç kendinizi zorlamadan Kadıköy-Karaköy vapuruna binin derim. Yapılacak en mantıklı hareket bu. Arabaya binmeyin, vapurun, Boğaz'ın, Sarayburnu'nun, püfür püfür havanın keyfini çıkarın. İskelede indikten sonra sağa dönün, beş dakikalık yürüyüşten sonra kendinizi Karaköy Lokantası'nın önünde bulacaksınız. Avrupa yakasından geliyorsanız da yine toplu taşımacılığı kullanın derim; tramvayla Tophane'de alın soluğu, bir zahmet iniverin orada ve yine beş dakikalık yürüyüşle lokantayı bulacaksınız.

Gelelim yemeklere: Öncelikle o devasa soğuk meze vitrininin başında toplaşan ve mezelerin ışıltılı dünyasına dalıp giden insanlardan birisi olmak durumundasınız. Karar vermeden önce, iyice incelemelisiniz o güzellikleri. Pek çok seçenek arasından, eğer benim kafamda birisiyseniz, en başta bir patlıcan türevi, bir de yoğurtlu meze mutlaka seçmelisiniz. Ben, genel teamüllere uyarak haydari sipariş ettim öncelikle. Karaköy Lokantası'nın haydarisinin içinde çok ufak doğranmış salatalıklar da mevcut. Bu durumda cacık mı demeliyiz? Sanmıyorum, zira kullandıkları süzme yoğurt ve harikulade sarmısak kombinasyonuyla yemekten büyük keyif aldığım, belki de bugüne dek karşılaştığım en güzel haydari olmuş bu. Bir de patlıcan geldi masaya; o da bir hayli yoğurtluydu. Eğer isterseniz üzerine acılı bir sos da koyuyorlar; tercihe bağlı bir durum bu. Bana kalırsa bu da çok hoş bir mezeydi. Ayrıca pancar soslu enginar kalbi de, bir soğuk meze olarak arz-ı endam eyledi masada. Son dönemlerde çok severek yediğim enginar kalbinin tadı gerçekten hiç fena değildi, pancar suyu da çok yakışmıştı üzerine. Bunların yanına üzerine peynir rendelenmiş roka salatası da patlatınca ve bir de rakıyı ilave edince masa şenleniverdi iyice.

Ara sıcak zamanıydı şimdi. Sevgili dostlar, benim kitabımda ara sıcak dünyasının iki mühim aktörü vardır: Birincisi, tahmin edebileceğiniz gibi yaprak ciğer, diğeri de kabak kızartmadır. Kalamar da dahil olmak üzere, tüm diğer ara sıcaklar daha sonra gelir. Karaköy Lokantası'nda yediğim kabak tava gerçekten muhteşemdi. Çiçek Pasajı'ndaki Seviç'in kabağıyla aynı lezzetteydi diyebilirim. Todori'de yediğimden kat be kat daha iyiydi. Yine bu kategoride Eleos'u farklı bir yere koymak isterim, zira onların kabak kızartmasının içinde tadı çok bariz bir şekilde hissedilen bir peynir dominansı mevcut. Karaköy Lokantası'nda getirdikleri kabak tavanın yanında ise, sos olarak çok yoğun kıvamlı bir sarmısaklı yoğurt vardı. Kabaklarını yoğurda bana bana, kendimden geçerek yedim. Hemen ardından paçanga sipariş ettim. Burada önemli bir not: İlk defa ertesi gün kokusu her yanı sarmayan bir pastırmayla yapılmış bir paçanga yiyorum hayatımda. Tebrik etmek lazım mucidini. Ayrıca bir de kalamar lokmaları adını verdikleri, güveçte gelen muazzam yemeği söyledim. Tadının güzelliğini bir kenara bıraktım, sadece suyuna ekmek banmak, sınırsızca şamadıra yapmak bile benim için tarifsiz mululuklar kategorisinde yeni bir sayfa açtı. Kırmızı,yeşil biber ve bebek kalamar senfonisi diyebileceğim bu yemeği mutlaka deneyin sevgili dostlar. Mekanın yıldızlarından biri bana kalırsa.

Tatlı olarak ise kaymaklı peynir tatlısı ve sakızlı sütlaç deneme şansım oldu. Sütlaç gerçekten on numaraydı. Benim gibi pek "sakızperver" olmayan bir şahsiyeti bile yerinden oynatmayı becerdi tabir-i caiz ise.

Neticede Karaköy Lokantası, gerçekten güzel bir meyhane. Münferit ve türevleri gibi beni büyük hayal kırıklığına uğratan "modern meyhane" konseptinin içine dahil edebileceğim bir mekan değil, ama aynı zamanda klasik bir içkili lokanta da değil. Kendi havasında, kendi ruhunu yakalamış ve bunu bizlerle paylaşan "özel" bir meyhane. Yeni arayışlar içinde olan herkese duyrulur ve şiddetle tavsiye edilir!

Karaköy Lokantası
Kemankeş Karamustafa Paşa Mh. 
Kemankeş Cd No:37, 34425 İstanbul
T:0 212 292 4455