22 Ekim 2013 Salı

Filizler Köfte - Ümraniye

 
Ben köftenin orta yağlı, ekmeği az, baharatı kararında, ağızda insana bir miktar mukavemet eden, yine de ama, sizinle çok da savaşmadan teslim olup damağınıza sıvanan cinsini severim sevgili okurlar. Çocukken rahmetli babam beni elimden tutmuş, şimdi tam lokasyonunu anımsayamadağım, ama Şişli-Osmanbey çevresinde olduğunu hayal ettiğim Çiftnal'a götürmüştür. Kutsal bir gün olarak belleğine işlenmiş o güne dek ev köftelerinin ağızda dağılan, az yağlı dana ve kuzu eti karışımından çekilmiş kıymalarla yapılmış, soğanı sarmısağı kıt doğasına aşina olan kulunuz, Çiftnal'ın bazı fanilerin bünyelerine "kayış gibi" gelebilecek çoşkulu köftelerini görünce şaşkınlıktan bir süre konuşamamıştır. Adeta nutku tutulmuştur. Çiftnal seyahatlerinin hafif çapta bir aile geleneğine dönüşmesi, Alp Artam'ın kişisel tarihçesine bu şekilde yerleşmiştir işte. Sonraları, lokanta Fulya'dan yukarı tırmanan yokuşun başındaki nam-ı diğer "Süslü Karakol" binasına taşındığında da bu gelenek sürmüş, köfte yolculuğu devam etmiştir. Ben -itiraf ediyorum- hayatım boyunca, her gittiğim köftecide Çiftnal köftesinin tadını aradım seneler boyunca. Isırdığınızda hemen pes etmeyen, biraz huysuz mizaçlı, yağlı, ama yağları şıpır şıpır tabağa dökülmeyen bu köftenin peşinde koştum hep. Zaman zaman buna yaklaştığımı düşündüğüm anlar oldu. Örneğin burada eleştirisini yaptığım, Gayrettepe'nin saklı yıldızı Sini Köfte'nin ürettiği ufaklıkları hayli sevdim. Yine de, pek sık gittiğim, türlü türlü farklı köftelerinin tadına baktığım, Bizim Köfte ya da Ramiz gibi yerlerde, aradığımı bulamadım. Azıcık fabrikasyon kokan bu zincirlerin, ara ara ziyaret etsem de, bana çok uygun olmadığını düşünüyorum şimdilerde. Gelelim burada yazsını okuduğunu Filizler Köftecisi'nin resmin neresinde durduğuna. Bu lokantayı klasik mekanı olan Tuzla'da birkaç kez ziyaret ettiğimi söyleyebilirim, ama bu çok eskide kaldı ve nice zamandır Tuzla'nı yolları bendenize pek uzak geliyor. Benim gibi belleği hayli küflenmiş bir demans hastası adayından, seneler önce gittiği Tuzla lokantalarının kritiğini yapmasını beklemek insafsızlık olur. Sonra, Altunizade'de çalıştığım için, bana nispeten yakın olan Üsküdar şubesine de gittim Filizler'in; misafir ağırlama kapasitesine ve Boğaz'a bodoslama dalan manzarasına açık bir ağızla hayran hayran baktım. Ve fakat, bu okuyacağınız yazının konusu, yeni açılan Ümraniye şubesi olacak sevgili okurlar. Filizler Köftecisi, işte tam da "Ümraniye Kırsalı"nın göbeğine konuşlanmış bir işletme. Her kim buraya bu köfteciyi açtıysa çok büyük akıllılık etmiş, zira fazla klimadan kafası bulanmış plaza insanlarının alışveriş merkezleri dışında gidecek yerlere de ihtiyacı olduğunu görüp, doğru zamanda doğru hamleyi yapmış Filizler Köftecisi'nin sahipleri. Tebrik etmek lazım! Dolup taşıyor zaten ve bundan sonra da böyle devam edecek gibi. Mekan büyük, önünde vale servisi var, açık ve kapalı salonları mevcut. Tüm kalabalığa karşın garsonlar son derece süratli ve siparişler aksamıyor. Herkes son derece güleryüzlü. Belki de en çok bu hoşuma gitti, diyebilirim. Kaşarlı, acılı, sade köfteden müteşekkil karışık köfte tabağı ve piyaz sipariş ettim gittiğim zaman. Köfte beni mutlu etti, kesinlikle gevşek ve ağızda dağılan bir bünyesi yoktu. İstediğim kıvama yakındı. Acısı biraz mide yakan cinstendi. Bunu belirtmek lazım. Ayrıca masalara koydukları turşular ve taş fırın ekmekleri çok iyiydi. Eğer öğle vakitleri Ümraniye'de debelenen güruhtansanız, burada yemeniz yerinde olacaktır dostlar. Temiz, süratli ve hesaplı bir lokanta. Yemekleri de güzel.





Küçüksu Cad. No:71 Ümraniye (Türk Telekom Karşısı)

444 53 83 info@filizler.com

11 Ekim 2013 Cuma

Dardenia - Buyaka


Efendim, bendeniz önyargılara bulanmış, sabit fikirlerle yoğrulmuş, beğenme konusunda son kertede inatçı ve dikbaşlı bir kimse olarak tanınırım. Kafamda bazı "siyah" ve "beyaz"lar raks eder çoğu zaman. "Gri"lerle ilgili bir sorunum vardır kendimi bildim bileli. Ezelden beridir meseleleri kategorilerin içine sokuşturmak isterim. Bu şekilde -sanırım- kafam rahat ediyor, bir nebze de olsa huzur buluyorum. Sözgelimi, "alışveriş merkezlerindeki lokantalardan hayır gelmez" beynime nakşolmuş, asla kurtulamadığım nefret yüklü bir slogandır. Ya da "fast food yazılmaya değer bir şey değildir" söylemi, hızlı hızlı hazırlanan bu yemekler çoğu kez mide bulandırıcı bir fabrikasyon düşüncesini kucakladığı için tarafımca kabul gören bir fikirdir. Bir diğer mesele de, balık konusundaki önyagılarımı dışa vuran "Balık dediğin lüferdir. Balık dediğin Boğaz'da yenir. Balık dediğin buzhaneden masaya inen bir mahluk değildir. Balık dediğin milli içeceğimizle mideye indirilir" gibi klişeleri içeren bir özettir. Ve bendeniz, bazen, tüm önyarılarıyla salına salına yürürken, büyük bir şokla karşılaşıp aniden poposunun üzerine oturan ve birden bire kafasında o güne dek inandığı pek çok fikir yerle yeksan olan bir adam da olabilirim aynı zamanda. Demek istediğim, bir gün, bir alışveriş merkezinde, fast food mantığıyla hazırlanmış, levrek ve somon gibi bana uzak balıkları içeren bir menüsü olan ve yanında diyet kola içtiğim bir lokantaya gidip çıkardıkları işe resmen bayılarak, o güne dek kafamı işgal eden düşüncelerden utanabilirim. Okuyacağınız, sevgili okurlar, aslında yukarıda yazdığım önyargılarım için Dardenia'dan dilediğim bir özürdür. Kendisine, günlerden bir gün, Ümraniye kırsalının en civcivli bölgelerinden birinde, medeniyetimizin korku verici anıtlarından birisi olan Buyaka abidesinin içinde rastladım. Ayağım gitmedi ilk başta, zira o güne dek, senelerdir Capitol'de burnumun dibinde duran böyle bir balıkçıya bir kere bile adımımı atmamıştım. Gelen yağ kokusundan mütevellid, midem ve ben oraya girmeye gönül indirememiştik bunca zamandır. Ama bu kez durum farklıydı. Bir defa zerre kadar kokmuyordu burası. Aydınlık, pırıl pırıl bir mekandı. Çalışanlar zımba gibi görünüyor ve masalar arasında hızlı hızlı koşturuyorlardı.  Önce kasaya gittim, yiyeceklerimi seçtim, ödememi yaptım. Sonra bana bir numara verdiler, verdikleri numara ile masama çöreklendim. Kısa bir bekleme süresinin ardından yemekler geldi. Güya dikkat ediyoruz ya beslenmemize, çorba ve salata yiyelim dedik. Mini midye çorbası derler bir nefaset ile tanıştım önce. Kıvamlı, ustalıkla terbiye edilmiş, o minyon midyeleri insanın damağında dans eden güzel bir çorba lüplettim düşünmeden. Sonra salata üstü somon geldi. Güzel pişmiş somonun altında yatan, aslında başlı başına bir yemek olarak kabul edebileceğim salata çok hoşuma gitti. (Benim gibi etobur bir adamı tatmin edecek bir salatanın öyle sık rastlanan bir konsept olmadığını unutmayın!)  Ayrıca yanında verdikleri dolgun ve doyurucu ekmeklere de hasta oldum. Başka bir sefer de salatanın levrekli versiyonunu yediğimde, tıpkı somon salatasından sonra olduğu gibi yüzüm gülerek kalktım masadan. Bu lokantanın bir zincir olması, alışveriş merkezlerinde konuşlanması ve fast food tarzı servis sunması, inanın değerinden en ufak bir şey kaybettirmiyor. Dardanel firmasına ait bu işletmenin ilerde çok ses getireceği ve daha çok yerde karşımıza çıkacağından adım gibi eminim. Öğlen yemeklerinde, iş arasında uğramanızı itinayla tavsiye ederim !



Dardenia Buyaka AVM

Fatih Sultan Mehmet Mah. Balkan Cad. No:56 Ümraniye
0216 290 79 50 - 51

10 Ekim 2013 Perşembe

Dem - Karaköy


Dinamik, hiçbir vakit dur durak bilmeyen Beyoğlu coğrafyasının ilgi ve cazibe merkezleri sürekli yer değiştirir. Bu başdöndürücü süreç herkes tarafından gayet iyi bilinen ve artık tarafımızca uysallıkla kabullenilmiş yalın bir gerçektir. Gençliğimin geçtiği bu mecra, bendeniz pek tıfılken tekin olmayan bir bölge olarak bilinmekteydi. Sonra bir şeyler oldu, önce Cihangir Cumhuriyeti ortaya çıktı, sonra Taksim-Galatasaray arası, ardından, Galatasaray-Tünel çizgisi,ve en nihayet, arkalara yayılarak tüm Asmalımescit Mahallesi ve Şişhane canlandı, cıvıl cıvıl, Salah Birsel'in terminolojisiyle "şıngır mıngır" hale geldi. Ve fakat, bendeniz, bütün bunlar olup biterken Karaköy denilen bölgenin, tüm yıkılmaya yüz tutmuş pejmürde iş merkezleri, eski-püskü ve mutsuz görünümlü yapılarıyla canlandığını, silkinip kendine gelmeye çabaladığını bilmezdim. Geçen gün uğradığım sokaklarında, bu coğrafyanın hummalı bir restorasyon sürecinde debelendiğini görüp hayretlere gark oldum, diyebilirim. "Karaköy değişiyor! Aman kaçırmayın!" diye haykıracak kadar naif bir sloganla kafanızı ütülemeye hiç niyetim yok açıkçası. Zira Karaköy çoktan değişmiş, ben de bunu düpedüz ıskalamışım. Yaşam zengini olma çabası içindeki kulunuz için ne kadar büyük bir tökezleme, ne denli affedilmez bir ayıp, ne muhteşem bir sendeleme. Ama yapacak bir şey yok, "Olur böyle vakalar, Türk polisi biber gazını sıkar", diyerek yolumuza ve hatta yazımıza devam edelim. Karaköy'de, açılalı pek de uzun bir zaman olmayan "Dem" isimli mekanı ziyaret etme fırsatım oldu geçenlerde. Ara sokakta, önüne masalar atılmış, içi şirin mi şirin döşenmiş, sımsıcak bir mekan bu. Sabah giderseniz müşterisi bol. Milleti kahvaltı ediyor, çay içiyor, sohbete dalmış gülümsüyor görürsünüz önünden geçerseniz. Efsaneye göre altmış çeşit çayları var. Menü gelince, siyah, beyaz, yeşil vs. gibi çay çeşitleri arasından doğal olarak seçim yapamıyorsunuz. Onlar da, biçare görünüşünüze hafif müstehzi tebessümlerle yanıt veriyorlar. Bakışlarında, "Merak etmeyin, çaresi var" anlatımını okuyabiliyorsunuz garsonların. Çayları seçerken size yardımcı olması açısından tüm çayları içeren bir "koklama kit"i getiriyorlar önünüze. Çayları kokularına göre seçiyorsunuz. Bendeniz vanilyalı bir çay ve Kenya menşeili bir mamülün tadına baktım ayıptır söylemesi. Bana kalırsa denenebilecek çok çeşit var burada. İsterseniz demlikte, arzu ederseniz fincanda getiriyorlar. Yalnız fincanlarda çayın çok çabuk soğuduğu gibi acımasız bir gerçekle yüzleştim gittiğim zaman. Ya çabuk içeceksiniz, ya da porselen fincanda içmeyeceksiniz. Öte yandan, estetik olarak, sundukları fincanlar bir harika. Bunun yanında "atıştırmalıklar" diye nitelendirdikleri yemeklerden yiyebilirsiniz. Croque Madame, Croque Monsieur gibi güzel alternatiflerle bu çayların tadına bakabilirsiniz. Tam not vermek için birkaç defa gitmek lazım mekana. Ama tabii, yazının başında belirttiğim gibi, küllerinden doğan Karaköy abidesinin Muhit, Naif, Unter gibi mekanlarını ziyaret edip bunları da blogun sayfalarına nakşetmek zaruri oldu artık. Vakit kalırsa tekrar gideriz.









9 Ekim 2013 Çarşamba

Rossopomodoro


Geçen gün, çevremdekilerin sürekli pizzadan bahsetmesi, özellikle Beyoğlu coğrafyasında takılanların (!) Mis Pizza'da yedikleri pizzaları ballandıra ballandıra anlatmaları neticesinde, bendenizin içinde ciddi bir "pizza aşerme" durumu peydah oluverdi. Bilenler bilir, içimde bir yemeğe dair kuvvetli duygular hissetmeye başladığım anda, malesef, günün hangi saati, haftanın hangi günü olduğu benim için pek fark etmez; giderim, bulurum, yerim, rahatlarım. Bu sefer de öyle oldu. Kendimi Göztepe Parkı'nın hemen karşısında konuşlanmış, daha önce iki-üç defa gittiğim ve yemeklerinden memnun kaldığım Rossopomodoro'da buluverdim. Bu lokantanın havası hep hoşuma gitmiştir, diyebilirim. Dolu dolu, insana "tamamlanmışlık" duygusu aşılayan, biraz karışık ama yine de oturduğunuzda sizi doymuş hissettiren, kırmızının tonları hakim, oturaklı bir atmosferi var Rossopomodoro'nun. Garsonlar güleryüzlü, park yeri sıkıntılı gibi görünse de valesi var, işleriniz hemen halloluyor. Hoş görünümlü bir Amerikan barı, kocaman da bir taş fırını var. Pizzaları ise, bana kalırsa enfes. Yerken ağzın içinde rakseden domates sosunu, kaşıklayarak yiyebilir insan. Pizzanızın malzemesi ne olursa olsun, altında usul usul bekleyen bu sosu anlatmam çok zor. Tadına bakmanızı şiddetle öneriririm. Bendeniz mekanda Piccantella adlı pizzayı mideye indirdim bu son gidişimde. San Marzano domates sosu, mozarella peyniri, dana sucuk gibi malzemelerden oluşan bu yemek, yerken harikulade hislerle indi mideme.Fakat, dikkatli olun sevgili dostlar, gün içinde midemi biraz rahatsız etti ve bu nahoş durum, açık konuşmak gerekirse akşama kadar devam etti. Tabii ki, daha önce de belirttiğim gibi, "lezzet = hazım" gibi bir eşitliğe inananlardan değilim. "Yemeklerden hafif kalkmak" istiyorsanız, Muzaffer Kuşhan'nın kliniğine kapanın ve orada sürdürün ömrünüzü. Ayrıca yediğim Carpaccio da hiç fena değildi bu lokantada. Onu da ilave etmeden edemeyeceğim. Bunlar dışında, daha önceki gelişlerimde pizza olarak margarita, tatlı olarak da tiramisu yediğimi, her ikisinden de memnun kaldığımı vurgulamam lazım. Bir gün canınız pizza çeker ve kentimizi hunharca işgal eden fabrikasyon Amerikan pizzalarından uzaklaşmak isterseniz ve Anadolu yakasında bulunuyorsanız, hiç çekinmeden Rossopomodoro'nun yolunu tutabilirsiniz. Aradığınız lezzet ve damak tadını burada bulacaksınız.
  





Rossopomodoro
Prof. Dr. Hulusi Behçet Cad. No.10 - Göztepe - Kadiköy Istanbul
T. +90 216 3852300


1 Ekim 2013 Salı

Flamingo Restaurant



Bazen canın tarifsiz, anlatılmaz, paylaşılmaz derecede sıkılıyor. İçinde önce büyüyüp kaynayan, sonra kabına dar gelip taşmaya yüz tutan devasa iç sıkıntısını dizginlemek için türlü türlü yöntemler deniyorsun sen de. Ülke karışık; iki tür insana rastlıyorsun sokakları arşınlarken: Her şeyin baş aşağı gittiğine inanan karamsar ve endişeliler ve olağanüstü bir refah ve mutluluktan bahseden, cebini yeni yeni doldurmaya başlayan bir kesim. İkisinin ortası yok! İçin sıkılıyor doğal olarak. Güzel bir film seyretmek bir çözüm olabilir, diye düşünerek sinemaların kapısını aşındırıyorsun. Güzel bir sohbet, arkadaşlarla görüşmek, iyi bir futbol maçına gidip Fenerbahçe'yi desteklemek, kafandan geçenleri not defterine kargacık burgacık yazınla karalamak.

Ya da dillere destan bir yemek yiyerek iç sıkıntını tarihin derinliklerine güzelce gömmek.

İyi bir yemek yediğinde mutlaka yazmak istiyorsun. Yazdığın zaman bir sürü detay verip duygu durumuna dair betimlemelere girişiyorsun. En nihayetinde, yazdıklarını sosyal medyada paylaşıyorsun. Olumlu tepkiler alıyorsun bazen. Bunlar "Ne güzel yemişsin"den tut "Ne güzel yazmışssın"a kadar değişiyor. Olumsuz eleştiriler de gırla gidiyor. Hepsinin işaret ettiği nokta aynı "Memleket bu haldeyken, dertleri yazmak yerine, sen yediğin içtiğini yazıyorsun. Yazıklar olsun sana." Senden sosyal medyada sürekli eleştirip toplumun yanlış giden yanlarına dair "post"lar yapmanı bekliyor arkadaş grubun. Oysa ki, dijital bir alanda çalışan sendeniz, sosyal medyadaki tüm bu cevval hareketlerin "körler sağırlar, birbirini ağırlar" mantığıyla, zaten çoğu aynı fikirde olan kişilerin kinlerini birbirlerinin yüzlerine vurdukları bir arena olduğunu gayet iyi biliyorsun. Sokaklarda "götünün kılıyık" diyerek dolaşan bir güruh olduğu sürece, Facebook ve Twitter çılgınlığı, büyüklerimizin deyişiyle "Grand Canyon'da bizon osuruğundan öteye geçemez. "Dolasıyla bırakın da, arada sırada birisi çıkıp, bu kadar karışık bir ülkede, arada sırada keyif aldığı bir şeylerin yazısını da yazıversin." diye bağırmak istiyorsun zaman zaman.

Ama tarihin başında beri içinde tuttuğun ağırbaşlı ve çekingen adam, yine devreye girip seni susturuyor.  Tepki çekmemek için sessiz sakin yaşıyorsun sen de. Bırakınız sinirlensinler, bırakınız köpürsünler, bırakınız sosyal medyada masturbatif postlarla içlerini rahatlatsınlar.

Oysa Flamingo diye bir yer var İstanbul'da. Seni bilenler bilir, iyi bir yemek yediğinde gözlerini kapatıp hayal kurarsın. Bu lokanta önüne getirdiği her tabakta seni düşler aleminin içinde dolaştırmış bir yer değil de nedir? Burada yediğinde o denli mutlu ve huzurlu hissettin ki kendini, aradan haftalar geçmiş olmasına karşın anca kendini etkisinden kurtarıp nispeten nesnel bir üslupla yazmayı deniyorsun. Ve yine de olmuyor. Zaman zaman seni eleştirdikleri "restoran yalakası" durumuna düşmek pahasına, olabilecek en objektif biçimde burayı yazmaya çabalıyorsun.

Mekan Ceylan Otel'in altında, Gezi Parkı'nın hemen yanında, girişi otelden bağımsız ve vale servisi mevcut. (Taksim'e ve Gezi Parkı'na nasıl gidileceğini tarif etmeni bekleyen varsa bu blogdan acilen çıkabilir.)

Dekorasyon eklektik ve verdiği mesaj hayli belirsiz, ama sıcak bir atmosferi var. Özellikle hava karardıktan sonra yakılan mumlar ve ustalıklı bir ışıklandırma ile hoş bir ortam çıkıveriyor karşınıza. Sen Eylül ayında hava sıcakken gittin, hem bahçe hem de iç mekan dolu gibiydi. Kışın içerde nasıl bir oturma düzeni ve akustik olacağı ayrıca araştırılması gereken bir mesele.

Garsonlar deneyimli, takipçi, bilgili, yönlendirici. Sana servis veren garson, senin bir garsondan beklediğin tüm özelliklere sahipti. Tam not aldı. Bunun tesadüf mü, yoksa çalışılarak gelinmiş bir nokta mı olduğunu sadece bir defa gittiğin için bilemiyorsun.

Müşteri kitlesi varlıklı, iyi yemekten hoşlanan insanlardan oluştuğu gibi, yer yer Kardashianesk masalar da göze çarpmıyor değil. Birbirilerine erkek arkadaşlarıyla olan dertlerini anlatan yirmili yaşlarda kızlardan oluşan iki masanın arasında yemeğini yediğin için böyle düşünmen normal. Kötü bir "Sex and the City" tiyatrosu oynanıyor yan masalarda. Babalarının yeterince parası olan tüm bu hatunların erkek arkadaşları ile problemlerini acilen çözmeleri için dua ediyorsun.

Yemekler ise tek kelimeyle...

O-L-A-Ğ-A-N-Ü-S-T-Ü !

Orkinos tartarla başlıyor şölen. Tadına doyamadığın, içinden çıkamadığın bir zevk girdabının içinde debeleniyorsun. Elin kolun bağlı. Bu yemeği yaratan mantık ve zihniyet önünde yerlere kadar eğilip şükretmek istiyorun. Tartarın  yanındaki avokado ile uyumu ise seni derin şaşkınlıklara sürüklüyor.



Bir anda masada arzı endam eyleyen ahtapot carpaccio ise nefesleri kesecek cinsten bir başyapıt. Senin gibi hem carpaccio, hem de ahtapot aşığı olan bir adamın, bu iki harikulade kavramın aynı tabakta çiftleştiğini görmesi kadar güzel bir durum olabilir mi? Nutkun tutuluyor. Elden ayaktan kesiliyorsun. Ağzında kalan ve uzun süre etkisini sürdüren lezzetin hiç gitmemesini istiyorsun.

Ana yemeklerde dana bonfile ve ördek tadıyorsun. Her ikisi de insanı zıvanadan çıkarak kertede muhteşem, adeta ağızda raks eden lezzetlere sahipler. Bonfilenin nasıl marine edildiğini çok merak ediyorsun. Bu kadar yoğun bir patlama beklemediğin için bir süre bekleyip üzerinde düşünüyorsun. Ördek ise, daha önce yediğin gıcır gıcır ördek etleri gibi değil hiç. Yumuşak, saygılı, doyurucu, ne yaptığını bilen bir hali var. Tek kelimeyle enfes!


Sonra sıra tatlıya geliyor. Çilekli ekler indiriyorsun mideye. İnsana yaşadığını hissettiren bir keyif nesnesi bu. Kreması binlerce öykü anlatıyor adeta. O kadar mutlusun ki, bunu yazmak, herkesle paylaşmak ve dünyaya inat keyiften ölmek istiyorsun !



Tüm bunlara bir şişe Sarafin ve Kayra Vintage Öküzgözü eşlik ediyor doğal olarak.

Kendi kendine, buraya tekrar geleceğine dair söz veriyorsun.

Kendi kendine, bir defaki sefere, başlangıç olarak alabileceğin peynir ve şarküteri ürünlerinin tadına bakacağına, makarna ve risottoları deneyeceğine, bakır tavada deniz mahsüllerinden oluşan o harikulade yemeği mideye indireceğine söz veriyorsun.

Burası İstanbul. Burada kimse, hiçbir mekan, hiçbir fikir kalıcı değil ne yazık ki. İleride ne olur bilinmez, ama bu harika işletme uzun seneler varlığını sürüdürme potansiyeline sahip.

Yine de acilen ziyaretine gidilmeli, şöyle güzel bir ziyafet çekilmeli...

Flamingo Restaurant & Bar
Asker Ocağı Caddesi No:1
Taksim İstanbul
Tel: 0 212 232 68 68

10 Eylül 2013 Salı

Kısa... Kısa... / Lider Pide - Trabzonpark

Sevgili Dostlar, mekanlarda yediğimiz yemeklerin lezzeti kadar nasıl sunulduğu, hangi mantık içinde sunulduğu, kim tarafından sunulduğu gibi faktörler çok önem taşımaktadır. Yazdıklarımı okuyanlar bilir, lezzet dışında meseleleri de değerlendiririm sıklıkla. Lider Pide, sadece pidelerinin tadını size yazacak olsaydım, yüksek bir puan alabilecek bir işletmeydi benden. Zira kullandığı malzeme, üzerine tercihe bağlı olarak koyduğu tereyağın kalitesi, pidenin, bana kalırsa önemli artılarından biri olan gevrekliği, lokantayı ön plana çıkartan faktörler. 

Gördüğünüz fotoğraftaki gibi bir pideyi kim yemek istemez? Kararında pişmiş sucuk ve pide, tam da bendenizin arzu ettiği gibi "patladı patlayacak" kayısılıkta bir yumurta, buram buram köy kokan has tereyağı. Ağızlara layık bir karışım! Pidesever ahalinin bayram edeceği bir görüntü ve lezzet sizi kucaklıyor daha içeri adım atar atmaz. Kapalı- açık, yumurtalı-sade, her türünden, her varyasyonundan istediğiniz pide mevcut burada.


Gelelim zurnanın zırt dediği yere: Mekanda bıçak servis edilmiyor! Evet yanlış duymadınız. Bu konu tercihe bağlı değil. Sorulduğu zaman, "Bizde bıçak yok" cevabını alıyorsunuz. Sanırım bunun sebebi pide elle yenince daha lezzetli olduğu için. Fakat o zaman çatal neden servis ediliyor? Başka bir şey, sözgelimi önden sipariş edilen turşu vs gibi tatlar yenilsin diye mi? Ben anlayamadım.

Ya da fazla Karadenizli'nin olduğu yerde bıçak servis etmek riskli olduğu için mi?



Bunun yanıtını alacağımı sanmıyorum, zira tekrar gitme ihtimalim çok yüksek değil bu lokantaya. Açık konuşmak gerekirse, pideyi elle yemeyi sevenlerdenim. Ama bu bir seçim olmalı.

Araba park edecek yeriniz var. Tuvaletler hayli temiz.Yine de, mekanın hakkını yemeden ilave edeyim, kalabalık ve çarpık kentleşmenin, ses ve görüntü kirliliğinin, iş merkezi- meskun mahal melezliğinin girdabında çırpınan iç karartıcı ümraniye mecrasının ortasında nefes alınacak bir tesis burası. Yeşillik içinde, nispeten temiz bir havayı soluyarak yemeğinizi yiyorsunuz.

Tabii bu "park"ın yapımı için ne kadar ağaç kesildi, bunu düşünmek bile istemiyor insan...


9 Eylül 2013 Pazartesi

Trattoria da Rosario



İstanbul'un güzide Koşuyolu semtine yolu düşenler, genelde iki önemli detayı fark etmeden burayı es geçip yollarına devam ederler. 

Birincisi, Koşuyolu'ndaki iki katlı evler, aslında bir zamanlar Levent'te yapılmış Emlak Bankası konutlarının aşağı yukarı aynısıdır. Sihirli bir güç Levent coğrafyasına "Yürü ya kulum," demiş, o bölgeyi kıymetlendirmiş, oradaki evlerin bilmemkaç defa yeniden yıkılıp yeniden yapılmasını sağlamış ve şimdilerde el yakan fiyatlarla satın alınması olanaksız hale getirmiştir. Öte yandan, aslında Levent'e ikizi gibi benzeyen Koşuyolu bölgesine tarih farklı davranmıştır. Burada hala eskilerden kalma, pek de restore edilmemiş iki katlı evlerin çoğunlukta olduğunu görürsünüz. Bu bölge kardeşi Levent'e göre hayli gölgede kalmıştır. 

Bana kalırsa bu detay pek çok kişinin gözünden kaçar.

İkincisi ise, işte bu mecranın tam göbeğinde, bölgenin en civcivli iki caddesini bir birine bağlayan bir yokuş üzerinde arz-ı endam eyleyen Trattoria da Rosario derler İtalyan lokantasıdır. Bu lokanta, bana kalırsa, bir İtalyan lokantasının sahip olması gereken tüm özelliklere sahip nadir yerlerden biridir şehrimizde. Yine bana kalırsa, Rosario tüm yeme-içme-eğlence-kültür hayatının Avrupa yakasından ibaret olduğunu düşünen ve tüm Anadolu Yakası'nı "Cadde" zanneden İstanbul fakiri cahil dostlarımızın yüzüne inen okkalı bir tokat gibi kabul edilmelidir.

O zaman şöyle diyelim:

"Koşuyolu Caddesi'nden Altunizade istikametine giderken, bir dört yol ağzı görürsen, ey yolcu, oradan sağa sap. Kalfaçeşme Sokağı denilen yokuşa çıkacaksın. Buradan aşağı inerken sağ tarafta Rosario diye bir lokanta görürsen ve oraya girip bir masaya oturursan ve enfes yemeklerin tadına bakarsan sakin ol. Çok şaşıracaksın!"

Rosario uzun zamandır ziyaret ettiğim bir lezzet merkezi. 2001 senesinde şef  Rosario Costa tarafından kurulmuş, kendine, "müşterilerine Sicilya mutfağının klasik İtalyan lezzetlerini aile ortamında yaşatmak" gibi bir misyon yükleyerek bugünlere gelmiş bir işletme. 

Rosario Costa burayı bir "han" olarak tanımlıyor. Bana kalırsa da dekorasyonu hayli ilgi çekici. Bir yandan taş döşeli zemin ve duvarlar, diğer yanda, her taraftan sizi saran tahta mobilyalar dikkat çekiyor. Rustik bir atmosfer sizi sarıp sarmalarken, raflardaki kahve değirmenleri ve fenerler ayrıntıya ne kadar önem verildiğini gösteriyor.  İçme mekanı da, bahçesi de özenle dayanıp döşenmiş ve eşya kalabalığına karşın insanın yalın bir mutluluk hissetmesine sebep oluyor. 

Evet, burada hissettiğim tam olarak da bu. Her ayrıntının düşünülmüş olduğu, her gelişimde beni şaşırtan "yoğun yalınlık" hissi. Bunu açıklamak zor, biliyorum. Fakat başka türlü de kelimelere dökmem ne yazık ki olası değil. Gittiğinizde anlarsınız, diye düşünüyorum. Kalabalık, azıcık ekletik, çokça rustik bir dekorasyondan doğan, çiçekli, böcekli, eski bakır objelerle, folklorik garson kıyafetleri ile dolu bir atmosfer. Betimlemede daha fazlası mümkün değil.

Gelelim yemeklere...

Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz harikulade tabak yemekten önce geliyor. Kurutulmuş domates, biber, zeytin, patlıcandan oluşan, insanın damağında hiç tanımadığı öyküler çınlatan bir tabaktan bahsediyorum. O harikulade zeytinyağına ekmek banmadan edemeyeceksiniz. Yanında gelen domatesli ve sade sarmısaklı ekmeklere ne demeli? Aman dikkat! Erken tıkanmamak için hepsini silip süpürmeyin.


Bendeniz, ömrü hayatım boyunca yediğim en lezzetli dana carpaccio'ya bu lokantada rastladım. Bir giriş yemeği olarak kabul edilen carpaccio'yu burada ana yemek olarak mideye indirebilirsiniz rahatlıkla. Kalabalıksanız ortaya söyleyin, kimse bu yemekten mahrum kalmasın dostlar. Etin kalınlığı, parmesanın inceliği, rokanın dengeli tadı ve görüntüsüyle bir başyapıt...


Yemekte seçenek çok. Pasta, Antipasti, Pizza, ne arasanız mevcut. Bendeniz en son gidişimde deniz mahsüllü bir risotto sipariş ettim ve güzel bir rigatoni alla capresenin tadına baktım. Bunların yanında ise kadehle satılan kırmızı şaraptan içtim.  

Yediğim Risotto Frutti di Mare'nin muhtevası olan, karides, kalamar, vongole, midye, maydanoz, soğan ve sarmısak beni ziyadesiyle mutlu etti diyebilirim. Özellikle mideye indirdiğim kum midyelerinin olağanüstü lezzetli olduğunu söyleyebilirim.


Rigatoni alla capresenin ise benim damak zevkime yüzdeyüz hitap ettiğini söyleyebilirim. İçinde zeytinyağ, kapari, kuru domates, zeytin, mozarella, fesleğen,roka, sarmısak, soğan ve şarabın müthiş uyumunu hissedebiliyordum tadına bakarken. Bu kadar çok malzemeden bu denli yalın ve homojen bir lezzet elde etmek her yiğidin harcı değildir, diye düşünmekteyim. (Yine yalınlık meselesi sevgili dostlar)


Bu yemekleri kırmızı şarap eşliğinde yedikten ve iyice doyduktan sonra insanı bir espresso paklıyor açık konuşmak gerekirse.

Porsiyonlar büyük ve doyurucu. Bu sebepten ne yazık ki tatlıya yer kalmıyor.

Garsonların bilgi seviyesi, yönlendirmesi ve güleryüzlü olmaları mekanın en büyük artılarından. Garsonların tavırlarına bayıldım diyebilirim.

Cuma, Cumartesi akşamları canlı gitar dinlentisi oluyor mekanda. Ama öğlen yemeklerinin de değişmez adresi. Çevreden iş yemeğine gelenlerle dolup taşıyor.

Park yeri bulmak konusunda sıkıntı olmayan bir bölgede Rosario. Ayrıca vale servisi de var.

Fiyatlar ucuz değil, ama ne yemeklere ne paralar ödediğimiz düşünülürse, kesinlikle ödenen parayı hak ediyor.

Sevgili dostlar, yemeği, görüntüsü, servis kalitesiyle sizi şaşırtacak, sımsıcak bu lokantaya gitmenizi şiddetle öneririm. Her defasında memnun kaldım. Siz de kalacaksınız.


Kalfaçeşme Sokak No:22 Koşuyolu 
Telefon:0216 327 63 63  





29 Haziran 2013 Cumartesi

Kısa...Kısa... / Hüsrev - Gayrettepe

Yıldız Posta Caddesi üzerinde, Esentepe ve Gayrettepe'nin çalışan ahalisini öğlen yemeklerinde ağırlamak üzere konuşlanmış birçok işletme vardır. Maci, Kebabi, Hüsrev bunlardan bazılarıdır. Aynı hat üzerinde ve biraz daha Mecidiyeköy tarafında yer alan Sini Köftecisi ve Bosphorus Brewing Company gibi mekanları daha önce yazmıştım. Sıra Hüsrev'e geldi sanırım. Bölgedeki diğer lokantalara konum olarak çok benzeyen Hüsrev'in orta büyüklükte bir dış mekanı ve şaşırtıcı bir hacimde -yani beklenmedik ölçüde büyük- bir iç mekanı mevcut. Ben birkaç defa gittim, hiç dışarıda oturma şansım olmadı. Her defasında iç salonda oturdum ve hep memnun kaldım. Menusü kalabalık değil. Birkaç tür et -köfte, kavurma, güveç, kuzu haşlama, tavuk ızgara-, sebze ve mercimek çorbası, zeytinyağlılar karşınıza çıkıyor sayfalarını karıştırdığınız zaman. Ama menünün yıldızı kuru fasülye. Benim gözlemim, insanlar buraya kuru fasülye yemeğe geliyorlar. Bu yemeği sevemeyenler, ya mekana gelmiyor, ya da nadiren diğer seçeneklerden sipariş ediyorlar. Her masada mutlaka kuru fasülye yendiğini görebilirsiniz burada. Bendeniz pilavüstü yedim en son gidişimde. Gerçekten çok lezzetliydi. Üstelik de hiç rahatsızlık hissetmedim yedikten sonra. Yanında getirdikleri turşu da ağızlara layıkti bana kalırsa. O bölgeden geçiyorsanız şiddetle tavsiye ederim. Hüsrev, eski ve ne yaptığını bilen, özenli ve süratli çalışan harika bir öğlen yemeği lokantası.

Yildiz Posta Cd. Dedeman Is Merkezi 
0212 347 42 10




28 Haziran 2013 Cuma

Kısa... Kısa... / Divan Pub - Erenköy

Çocukluğumun efsanelerini yazmayı seviyorum ben. Divan Pub da, sürekli usuma düşen böyle bir fikir işte. Seksenli seneleri düşündüğümde, Bağdat Caddesi'nde Kristal Büfe fenomeni dışında, bir de Divan Pub geliyor aklıma. O zamanın yeme içme kültüründe, bana kalırsa çok farklı bir yeri vardı bu lokantanın. Düşünün, hangi mutfağın ürünlerini sunduğunu asla bilemediğiniz, "ortaya karışık" yapan Kitchenette, Midpoint, Numnum, gibi yerlerin hiçbir yoktu o devirlerde. Her damağa hitap etme ve bunu ortalamanın üzerinde bir zevkle yapma hedefini koymuş bir tek Divan vardı Bağdat Caddesi'nde. Enfes domates çorbasını içmek, Pub ve Çamlıca salatalarını yemek, Schnitzel'ini mideye indirmek, onlu yaşlarda o kadar hoşuma giderdi ki, bugün bile belleğimin dehlizleri arasında, o senelerde yediğim lezzetlerin anıları capcanlı duruyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Divan'a neredeyse iki haftada bir giderdik ailece. Yeri inanılmaz merkeziydi. Caddenin üzerinde, gelen geçeni izlemek için ideal bir konumdaydı. Tüm garsonlar tanıdıktı. Müşteri kitlesi sevimli ve kültürlüydü.Çok zaman geçti bunun üzerinden. Otuz senedir bu lokantaya gitmeyi sürdürdüm diyebilirim. Hala -bulabildiğim kadarıyla- aynı yemekleri yiyorum. Geçen zamanda İstanbul'da yemek kültürü çok ilerledi eski dönemlere göre. Divan'ın muadili gibi ortaya çıkan lokantalar kendilerini çok geliştirdiler ve ne yazık ki, Divan onların biraz gerisinde kaldı. Şimdilerde, tıpkı Kalamış Marina'daki şubesi  gibi daha ziyade"yerini satan" bir işletme haline geldi. Yine de, Divan Pub, asla terk edemeyeceğim bir alışkanlık olmayı sürdürecek gibi görünüyor.

Divan Pub
Erenköy Kantarcı Durağı arkası No:333/A 34728

Kısa...Kısa... / Sahan Vega - Ataşehir

Ataşehir'de, tam Trio konutlarının karşısına düşen coğrafyada karşınıza çıkar Sahan. Aslına bakarsanız, Bostancı tarafında, Caddebostan civarlarında, başka başka birçok yerde gitmişliğim vardır bu kebapçı zincirine. Ataşehir'deki mekan da, son senelerin trendlerine çok uygun olarak tasarlanmış bir "mega-kebapçı"dır. Bendeniz, hangarvari lokantalardan oldum olası nefret etmişimdir. Burası da aşağı yukarı o kategoriye girmektedir. 1500 kişilik bir kalabalığı barındırma kapasitesini gururla sunan, çocuklar için devasa bir oyun parkı sağlayan, havuzbaşı , açığı, kapalısı gibi birçok farklı "bölge"si olan bu işletme, bana kalırsa, insanların damağına ve ruhuna hitap eden yemek pişirme sanatına indirilmiş ağır bir darbedir. Kalabalık zamanlarda giderseniz, bırakın ne konuştuğunuzu, ne düşündüğünüzü bile duyamazsınız. Genelde hep kalabalıktır, büyüktür, anıtsaldır. Kendinizi asla özel hissetmediğiniz, size sürünün bir parçası olduğunuzu düşündüren bir "megalo" duruşu vardır bu lokantanın. Çalışanları olağanüstü gayretkeş ve güleryüzlüdür öte yandan. Garsonların koşuşturmasına diyecek en ufak bir sözümüz olmamıştır hiçbir vakit. Siparişler zamanına gelir, bilgi-görgü tamdır, yüzler hep güler. Yemekler klasik kebapçı görüntüsündedir. Ortalamanın biraz üzerinde bir lezzete sahip haydari, insanı pek pişman etmeyecek bir gavurdağı,hiç de fena olmayan bir zahter yiyebilirsiniz burada. Patlıcan salatası iyidir, şakşukası ise uzak durulması gereken bir meze olarak karşımıza dikilir. İçli köftesi haşlamadır ve insan bir defa Kaşıbeyaz'da bunu yedikten sonra, Sahan'da yemeye asla gönül indirmez, bana güvenin. Döneri lezzetli, kuzu şişi ortalama, çöp şişi ise bana kalırsa hayal kırıklığıdır. Hiç tatlı yemediğim için bu konuda yorum yapamayacağım. Ulaşım sadece araba ile sağlanabildiği için işletmenin kendisi gibi bir "mega otopark"ı mevcuttur. Bakkala bile arabayla giden kent insanı için çok sevindirici bir özellik olduğunu düşünüyorum bunun.Rezervasyon yaptırmanıza hiç gerek yok giderken, zira sizi oturtacak bir yeri mutlaka bulacaklardır. Görüşümü soracak olursanız, insan, Yüzevler, Adana Ocakbaşı, Zübeyir, Musa Usta, Develi Samatya gibi yerler varken neden Sahan'a gider, açıkçası bilemiyorum...

Sahan Vega Ataşehir
Barbaros Mh. Kardelen Sk.  No:18  Ataşehir / İstanbul 
0 (216) 315 36 36









26 Haziran 2013 Çarşamba

Giritli Restoran


Sıkıntılı, depresif, insanın üzerine üzerine gelen şu boğucu kent yaşamı içinde bir vaha arar bazen insan. Nadide bir değer, kendisini sorunlardan koruyacak bir sığınak, dünyanın dertlerini unutacağı bir siper arar yaşama karşı kişioğlu. Bilirsiniz, lokantaları bir bütün olarak ele alırım bendeniz. Harika bir yemek olup da servis berbat oldu mu, ya da süper garsonlar çalıştırıp, korkunç bir ambiyans yaratıldı mı, bu çelişkileri yazarım mutlaka. Çelişkiler önemlidir bu ülkede yaşıyorsanız. Bizi zenginleştirdiği, "bizi biz yaptığı", "doğu-batı sentezi" olmanın doğal sonucu olduğu söylenir bunların. Ama insan bazen çelişkisiz yaşamak ister. Sakin sakin, tam not vereceği, her açıdan kendisini tatmin edecek bir mekanın hayalini kurar. Siz de bilirsiniz, şöyle her gereksinime karşılık veren, mükemmel bir lokanta bulmak zordur bu şehirde. İlle de bir eksiği veya gediği, insanın gözüne batan bir sorunu ya da sıkıntısı vardır tüm işletmelerin.
 
Yazarlığın en büyük hatalarından birini yaparak, daha yazımın başında, aslında en sonunda vermem gereken mesajı ortaya döküyorum belki, ama elden gelen pek fazla bir şey yok sevgili dostlar. Giritli Restoran, yaşadığımız çevrede çok az karşımıza çıkan "dört dörtlük lokanta" fikrine bir örnek bana kalırsa. Bu işletme, doğal olarak her türlü övgüyü daha ilk satırdan hak ediyor. Pozitif, hep iyiyi görmeye çalışan, Polyannacı ve hatta yalaka bir şahıs olduğumu düşünenler bu yazıyı okumaya hiç zahmet etmesinler derim, zira son satırın son kelimesine kadar bu lokantanın ne kadar güzel olduğunu, yemeklerin lezzetini, ortamın harikuladeliğini ortaya döken ifadeler ve satırlarla karşılaşacaklar kendileri. Bana her gidişimde bu şekilde hissettiren bir lokanta için ne söylesem az, diye düşünüyor ve değerlendirmeme başlıyorum:

1- Ulaşım:

Giritli, Ahırkapı bölgesinde, Armada Otel'in hemen yanına düşen konumuyla ulaşımı son derece kolay bir mekan. Sahil yolundan geliyorsanız, Sultanahmet'e çıkar gibi sapacaksınız. Hatta anlayanlar için, "Dede Efendi" tabelasını görünce hemen sapın, sonra ilk soldan ilerleyin tam önüne çıkacaksınız, diyebilirim. Eğer Sultanahmet istikametinden geliyorsanız ise, sarayın önünden dümdüz sahil yoluna iner gibi ilerleyin, yolun sonuna geldiğinizde sağa sapın, zaten Giritli tabelalarını göreceksiniz, derim. Arabayla gelmeyi düşünenler için, sokakta vale hizmeti veriliyor. Yine de Giritli'ye geliyorsanız arabayla gelmeyin; ehliyeti bırakma riskini almayın sevgili dostlar.

2- Ortam:

Kış mevsimi gidildiğinde, 19. yüzyıldan kalma bir Sultanahmet evinde yiyorsunuz yemekleri. Şirin, dekorasyonu güzel, insana kendini iyi hissettiren bir ortam. Yine kış döneminde, sigara içmeyi isteyenler için bahçede bir ortam yaratılıyor artık. Eskiden bu yoktu, ilk defa bu kış rastladım. Yazın gelenler ise, bana kalırsa, buranın esas keyfini çıkarıyorlar. Son derece geniş, masaların birbiriyle iç içe olmadığı, hafif puslu bir aydınlatma ile ağır bir hava verilmiş, püfür püfür, enfes bir bahçesi var Giritli'nin. İlk defa deneyecekler için bahçede yemelerini şiddetle öneriyorum. Tahta masalar ve sandalyeler, bendenizin bayıldığı türden mavi-beyaz kareli masa örtüleri, masaların üzerini dolaşan sıra sıra ampuller, girişte soldaki biraz gizli saklı bar, harika bir atmosfer yaratıyor. Bahçeyi çevreleyen Bizans üslubunda örülmüş duvar bile, özel bir yerde yediğinizi göstermek için yeterli bana kalırsa.

3- Servis ve Sunum:

Öncelikle şunu belirtelim: Burada bir menüden yemek seçtiğiniz "a la carte" uygulaması mevcut değil. Giritli'ye giden pek çok kişinin buna verdiği ilk tepki olumlu değil gözlemlediğim kadarıyla. "Ne yani, istediğimi seçemeyecek miyim ben şimdi?" gibi bir tepki var. İnsanlar zamanla alışıyorlar buna. Özgürlükleri kısıtlanıyormuş gibi hissediyorlar başlangıçta. Pek çok konuda koyun gibi yaşamaktan hoşlanan memleketimiz insanı, nedense meyhaneye gittiğinde, kendisine hangi yemekleri yiyeceğinin söylenmesinden hiç haz etmiyor. Ama yapacak bir şey yok; burada usül böyle. Bilmemkaç çeşit soğuk meze insanın önüne diziliveriyor aniden. Zaten ne yiyeceğinizi şaşıyorsunuz. O kadar çok ki sayıları. O kadar güzel dolduruyorlar ki masanın dört bir köşesini. Aslında basit düşünmek lazım. Klasik bir meyhanede, seremoni gereği yemeğin en başında mezeleri seçtiğimiz tablanın ya da vitrinin sorgusuz sualsiz masaya döşendiğini hayal edin. İşte Giritli'nin sunum şekli bu. Hepsini yemek zorunda değilsiniz. Aslında hiçbirini yemeseniz de olur. Sonuçta ödeyeceğiniz fiyat aynı. Sadece seyir zevki için bile masayı donatıp orada öylece bekleyebilirsiniz. Servis ise, tam olması gerektiği gibi. Giritliye gittiğinizde, önce garsonların masayı donatmasını bekleyin, ardından herbir mezenin ismini teker teker saydırın. Ben buna "mezelerin içtimaya çıkması" diyorum. Çok hoşuma gidiyor. Servis gayet hızlı, garsonlar süratli, pozitif ve senelerdir aynı kişiler çalışıyor. Bu da hoşuma giden bir özelliği. Her masaya aynı yemekleri servis etmenin bir avantajı var kuşkusuz, fakat aynı anda aynı mezeleri aynı hızda servis etmek, bana kalırsa nerede olusanız olun, çok öne çıkan bir maharet.

4-Yemekler:

Nerden başlasam, nasıl anlatsam...Burada, sayılarını bilmediğim bir adette soğuk meze döşeniyor masaya. Bunların içinde zeytinyağlı yemekler ve Ege Bölgesi sofralarının kokusunu alıp bize getiren otlar mevcut. Otlar şöyle, -aynen web sitesinden aldığım gibi yazıyorum-
  • Radika
  • Vruvez (hardal otu)
  • Turp otu
  • Isırgan
  • Ebegümeci
  • Marata (arap saçı)
Bu otların bazıları buharda pişirilip, salata gibi, bazıları zeytinyağlı yemek şeklinde, bazıları da börek içinde sunuluyor. Giritlli'nin izni olursa, onlardan aldığım bir fotoğrafı da paylaşmak istiyorum sizlerle:



Öte yandan, tipik insanımız yaklaşımını duyar gibiyim. "Bu kadar ot delikanlı adamı bozar" diye. "Hepsinin tadı birbirine benziyor" diyenler de çıkabilir. Ben buna katılmıyorum. Otların lezzet nüanslarını anlamak için, delice tıkınmak yerine, azar azar, doymadan yemenizi ve biraz daha fazla çiğnemenizi öneriyorum.Arada ağzınızı su ile çalkalayıp bir sonraki mezenin tadına bakın. Bence farkı anlayacaksınız.

Yemeğin başında arpa şehriyesinden yapılma deniz mahsüllü pilav getiriyorlar. Tam benim damak zevkime uygun, iştah açıcı ve güzel bir süpriz. Bu yemeği, daha büyük miktarlarda yiyebilirim açık konuşmak gerekirse, fakat diğer yemeklere yer kalmaz o zaman. Enfes!

Kırma acımsı yeşil zeytinle yapılan Girit mezesi...Bodrum'daki Giritliler'in hazırladığına dair bir bilgi var Giritli'nin web sitesinde. İçinde keçi peyniri, sarımsak-ceviz, kurutulmuş dağ otları ve baharat mevcut. Nefis zeytinyağ ile servis ediliyor.

Bendenizin rüyasına giren balık pastırması...Somondan yapılıyor gördüğüm kadarıyla. Tadı o kadar güzel ki, bir dilip alıp, azıcık ekmek ile katıklayıp, bir yudum rakı ile ağızda dans ettirirseniz, Nirvana'ya ulaşma ihtimaliniz var bence.

Patlıcan salatası, fava ve tarama. Bu üçlü her meyhanede denediğim ve bana kalırsa "iyi" olmanın ölçülerini belirleyen öncemli göstergeler. Patlıcan salatasında közü hissediyor insan. Tadı çok güzel. En son gittiğimde biraz tuzladım, belirtmem lazım. Fava insanın ağzında dağılan ve lezzetini uzun süre koruyan bir tada sahip. Tarama ise kıvamında ve üst düzey. (Yine de Asmalı Cavit'inki bir numara!)

Börülcesi, pilakisi, kırımızı biberi, hepsi ağzılara layık bu arada...






Sıcak olarak nefis ahtapot ızgara, kalamar tava, taş fırından otlu pide getiriyorlar. Kalamarlar büyük büyük büyük, harika bir taratorla insanın damağını çatlatıyor adeta. Ahtapot bacağı ise çok güzel marine edilmiş, baharatlı, ne fazla sert, ne de yumuşak bir yemek. Pideye sözüm yok. Hemen karşımızda duran fırından dumanı tüte tüte masaya geliyor. İnsanın içi gidiyor yerken.

Ana yemek için balık seçenekleri var. Asma yaprağında sardalya ve levrek yedim ben en son. Fakat şunu söylemeliyim: Ana yemeğe kadar insanın midesinde yer kalmıyor adeta. O yüzden çok yiyemedim hiçbir gidişimde.

Fiyat en son defa 115 TL idi. Evet pahalı gibi duruyor, ama ne saçmalıklara nasıl fiyatlar ödediğimiz düşünülürse bence yenen yemeğin bedeli çok normal.

Sevgili dostlar, Giritli'ye gitmediyseniz, o zaman ne işiniz var bu şehirde? diyerek sözlerimi bitiyorum.

Afiyetler olsun!

Giritli Restoran

Keresteci Hakkı Sokak (Armada Otel Yanı)
Cankurtaran / Ahırkapı / İstanbul
Web: www.giritlirestoran.com
Tel: 0212 458 22 70
Faks: 0212 518 50 60


11 Haziran 2013 Salı

Kısa... Kısa... / Ataköy Şark Sofrası

Senelerce önce birkaç defa uğradığım, kebap ve lahmacunlarını severek yediğim bu mekan bu sene yine karşıma çıktı sevgili dostlar. Her zaman aynı şeyi söylerim ben. Ne varsa mahalle arasına sıkışmış, normal şartlarda dışarıdan çok fazla görünmeyen ve dışarından gelenlerin pek de fazla bilmediği yerlerde var diye. Ataköy 5. Kısım'ın eskimiş çarşısının göbeğinde tuhaf bir vaha edasıyla dikilmiş bu lokanta, çevre sakinlerinin çok iyi bildikleri ve hiç boş bırakmadıkları, yemekleri de hayli hoş bir mekan bana kalırsa. Zengin soğuk meze seçkisi içinde patlıcan salatası, haydari gibi güzelliklerin yanı sıra, her kebapçıda artık önünüze gelen içli köfte, fındık lahmacun burada da mevcut. Kebabı ortalamanın üzerinde bir lezzete sahip. Doluluk oranı yüksek. Servisi yeterli süratte. Akşamları boş masa bulamayacağınız söylenebilir. Yolunuz Ataköy 5. Kısım'a düşerse keyifle vakit geçirebileceğiniz bu lokantayı tavsiye ediyorum.Bana çocukluğumun kebapçılarını anımsattı ve çok hoşuma gitti. Sizleri de mutlu edecektir.





Ataköy 5. Kısım Giney Çarşısı No:56
Bakırköy
İSTANBUL
34000
TÜRKİYE

info@atakoysarksofrasi.com.tr

(0212) 559 71 73 - 560 05 93 - 661 34 24

(0212) 661 33 62
http://www.atakoysarksofrasi.com.tr