meyhanelerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
meyhanelerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Temmuz 2014 Perşembe

Koço Restaurant

Koço'nun Senelerdir Değişmeyen Kapısı

Tıpkı benim gibi hem İstanbul'a aşık, hem de düşman, çok sevdiğim bir tanıdığım "Eskiden beri varlığını sürdüren, artık klasikleşmiş, bizi biz yapan mekanların yaşamasının önemi"ni vurguladı geçen gün. Ben de ona can-ı gönülden hak verdim, zira son senelerde, yaşadığımız kentin bu harikulade "dönüşüm" sürecinde tüm değerlerini kaybetmesi, hepimizin içini yakıyor, bizleri korkunç bir karamsarlığa sürüklüyor. Profiterolcüden sinemaya, korse dükkanından çay bahçesine kadar çeşit çeşit mekanın "modern" zamanların biçerdöverine kurban edilmesi, şüphesiz tarihsiz bir toplum olmaya doğru itiyor bizi. Geçmişini silmeyi seven bir ülkeyiz. Belki böyle daha rahat ediyoruz. Belki sadece aptallıktan yapıyoruz bunu. Belki de rant alanlarının aslında düşündüğümüzden az olması sebebiyle yok edip baştan yapıyoruz. O koşa koşa gittiğimiz gavur memleketlerinden bizi ayıran en büyük özellik, adamların tarihleri ve geçmişleriyle barışık ve bu konuda ölümüne korumacı davranmaları. Yüz sene önce Freud'un kahve içtiği yerde ben de içebiliyorsam, bu bana kendimi iyi hissettiriyor Viyana'ya gittiğimde. Ne yazık ki memleketimiz bu mecrada yürekleri paralayacak kadar "tırt" bir görüntü sergiliyor.

Pekiii, tarihi, geleneksel ve nostaljik olduğu için her türlü kalitesizliğe tahammül etmek zorunda mıyız? Bu da madalyonun pek sorgulanmayan, ama bana kalırsa hayli önemli olan öteki yüzü. Sözgelimi, son senelerinde -ki uzunca bir dönemden bahsediyorum- Rejans insanın dayanma sınırını zorlayan, handiyse bitik bir işletmeydi. Yemek kalitesi iyiden iyiye bozulmuştu; en klasik yiyecekler bile tatsızdı, her şey gecikiyordu, iyi pişmemiş oluyordu, servis özensizdi. Ardı arkası kesilmeyen aksamaları şaklabanlık yaparak perdelemek isteyen garsonların palyaçoluğu insanın öfkesini hepten ayağa kaldırıyordu. Bu kadar önemli, yemeklerinden dekorasyonuna kadar içinden tarih akan, ayrıcalıklı bir mekanın kendini o duruma sokması beni inanılmaz üzmüştü. Pek çok kişi, bu özensizliğin, lokantanın kapanma sürecini yaşadığı için ortaya çıktığını söylemişti o dönemlerde, ama benim anlattığım gerçekten kapanmasından çok çok önceye rastgeliyor sevgili okurlar. Kısacası bunun kabul edilebilir bir yanı yoktu benim nezdimde.

Sözkonusu lokantalar olduğunda da, tarihsel değerlerimizi içeren "iki arada bir derede" kalmış bir felsefem var ne yazık ki. Eskiyi, klasik olanı, yüz senedir bir konuda başarılı olup da bunu hala sürdürebileni her daim  çok takdir ediyorum. Lakin ortalamanın altına düşen bir lokantaya da, salt eski olduğu için tahammül etmem olanaklı değil.

Gelelim yazının konusu olan Koço'ya... Kadıköy bizim öz be öz memleketimiz de olsa, Moda'lı değil, Kalamışlı'yız doğma büyüme. Yani Moda semtinde oturmaktan değil, oraya uzaktan, karşı koydan bakmaktan hoşlanan o diğer güruhtanız. Dolasıyla Koço sözkonusu olduğu zaman, gerçek bir Moda'lının hissedeceklerini bendeniz asla hissedemem; bunu baştan belirteyim. Amma ve lakin, dedemin, babamın ve benim gittiğimiz, bilmem kaç kuşağa hizmet vermiş, simge haline gelmiş, Dersaadet'in en prestiji yerlerinden birine konuşlanmış bu devasa çınar hakkında iki kelam edebilecek kadar da hak görüyorum kendimde. Bu yazıyı da en son ziyaretimden sonra, bu hakka istinaden yazmaya karar verdim. Gecikmiş bir yazıdır, kimse kusura bakmasın !

Koço İç Mekan
Koço'nun tarihine göz attığımızda Moda Vapur İskelesi’nin hemen yanında bulunan ayazmanın üzerinde bir bina bulunduğunu ve bu binanın 1934-35 yıllarında yıkıldığını öğreniyoruz. Yerine lokanta yapılmak üzere yeni bir yapı inşa edilirken ayazmanın  aynen korunduğunu ve 1950 yılında onarımdan geçtiğini de mekanın tarihçesi içinde notlarımıza yazıyoruz. Ayazmanın üstündeki bina, ilk olarak Konstantinos Koço Korontos tarafından ‘‘Moda Park Lokantası’’ adıyla bir kır kahvesi olarak hizmete açılmış. Bu arada lokantanın gerçek adı bugün de Moda Park Lokantası olarak geçse de, insanlar hala Koço olarak tanıyor, zira o zamanki sahibi ile meşhur olmuş. Konstantinos Koço Korontos ise Mühürdar’da da bir gazinosu olan, ününü bazı günlerde ücret almadan servis yapmasına borçlu olan renkli bir zatmış.

1954′teki ölümüne kadar Moda Park Lokantası’nın işletmesini sürdürmüş Koço Bey. Ölümünden sonra lokantayı, çalışanlarından Gökçeadalı Atanaş Cano ile Stelyo Mavro devralmış. 85 kişilik kapalı salona, 80 kişilik yarı açık bölüm daha eklenmiş ve bu şekilde, bahçeli bir lokantaya dönüşmüş Koço. Kapasitesi aşağı yukarı 250 kişiye çıkmış. Cano ve Mavro’nun da 1980′lere kadar işlettiği ama artık yaşlandıklarından (İkisi de 1994′te göçmüş bu dünyadan) servise yetişemedikleri lokantayı, 1985′ten bu yana, eski aşçılardan Şeref Yavuz, Hilmi Suna, Fahri Şeker ve Mustafa Yılmaz (Ö.1994) Varisleri işletiyor. Mal sahibi ise Osman Mırız ve Aldo Bey.

Bugün Moda'da yaşayan insanlara sorsanız, Koço'yu Moda tarihinin en önemli tanıklarıdan biri ya da semti semt yapan yapı taşlarından başlıcası olarak niteleyecektir. Kapalı salonun havası başkadır. Buraya kışın gelirsiniz. Azıcık köhne ve salaştır; ama esas onu güzel yapan da budur kanaatimce. İnsana kendini geçmişin içinde hissettirir. Güzelim Moda İskelesi'ne bakıp bir yudum rakı içmek gibisi yoktur burada. Açık kısmı ise iki bölümlüdür. Yarı-açık diye nitelendirebileceğimiz, çiçekli-böcekli olan ince uzun bir bölüm ve aşağısında, muazzam bir deniz manzarasına balıklama dalan enfes bir teras. Bu teras gayet derli toplu ve benim anavatanım olan Kalamış-Fenerbahçe yöresine bakan güzide bir yapıdır. Yaz günlerinde burada iki duble rakı içip hülyalara dalmak gibisi yoktur. Benim için Fenerbahçe'yi görebileceğim her yer, sorgusuz sualsiz "güzel" kategorisinde yer alır. 



Garsonları aksidir, suratsızdır, terstir Koço'nun. Hizmet sektöründe olduklarının bilincinden hayli uzak hareket ederler. Sanki size büyük bir lütuf yapıyormuş gibi davranan, hemen hepsi senelerini orada tüketmiş şahıslardır. ("Emektar" diyecektim, ama çok olumlu bir hava yaratır diye düşündüğümden geri çektim) Ben Ankara'daki Kalbur da dahil olmak üzere, bazı mekan sahiplerinin sert olmasına ses çıkaran, bundan rahatsızlık duyan birisi değilim, lakin bu davranış tarzı kuvvetli bir özelliğinize güvenerek ortaya çıkmalı diye düşünüyorum. Yani olağanüstü yemekleriniz varsa sözgelimi, belki biraz esprili huysuzluk yapmanıza tolerans gösterilebilir. Ama ne yazık ki Koço, bu konuda sınıfta kalmaya mahkum bir işletmedir. Senelerdir, kötü servisin yanında, insanı pek de etkilemeyen yemekler sunmaktadır. Patlıcan salatası, her yerde yiyebileceğiniz türden bir mezedir. Ahtapot salatası vasattır. Beyin, çiroz, fasülye pilakisi etkileyici olmaktan uzaktır. Çok övülen ciğeri standartın pek de üzerinde değildir. Kalamarı da insanı şaşırtmaz Koço'nun. Balık yediğinizde, mevsim balıkları neyse, her yerde yediğiniz türden ana yemeklerin tadına bakarsınız. Suflesi iyidir, -ona sözüm yok-, lakin Koço gibi bir yere suflesi için gitmek de abesle iştigaldir bana kalırsa.

Peki neden gitmeli Koço'ya? Servisin kötü, yemeklerin vasat olduğu bir yerde neden bulunmalı insanoğlu? Salt o muazzam manzarasının şerefine mi? Yoksa 50 senelik mazisinin hatırına mı? Kalitesi düşmüş bir işletme, sırf tarihi olduğu için destek bulmalı mı? Zor sorular bunlar sevgili okurlar. İtiraf etmeliyim, Rejans için hissettiklerimi Koço için hissetmiyorum. Koço çok daha iyi bir noktada bana kalırsa. Fakat biraz daha özen, azıcık daha tazelenme, bir nebze de olda dinamizm katılsa iyi olmaz mı bu asırlık çınara? Bana kalırsa temel problem, Türk insanının hep daha azına razı olmasından ya da derin kafa karışıklığından kaynaklanıyor. Şirazesi kaymış bir toplumuz nice zamandır. Bize ne verilirse onu alıyoruz. Ümraniye'de Rasim Bingöl adında bir lokanta var. Gittiğinizde, kapıdaki karşılama merasimi, garsonların tavrı, servisin güleryüzü ve çalışanların insanüstü dinamizmi ile  size öyle davranıyorlar ki, kendinizi Brunei Sultanı sanıyorsunuz. Ama yemekler üçüncü sınıf burada. Mekan sıkıcı, lokasyon, "Ümraniye kırsalı"nın göbeğinde zaten. Gelen insanlar ise abartılı bir üslupla ağırlanmaktan son derece memnun. Koço'da ise lokasyon muhteşem gerçekten, İstanbul'un en güzel koyuna tünemiş, diğer bir en güzel koyuna bakıyor; tarihçesi ise size önünüzü ilikletecek cinsten. Ama servis çok kötü, yemekler vasat. Fakat müşteriler baktıkları bu manzaradan memnun. Zaten yeterince rakı içince diğer her şey unutuluyor galiba.

"Ey Türk Haklı! Silkin ve kendine gel! 
Beğenilerini ve beklentilerini biraz olsun yükselt! Vasatlıktan kop biraz." diye bağırmak istiyorum. Ama yapamıyorum.

Herkese iyi (eğer böyle bir şey mümkünse) bayramlar dileyerek yazımı burada noktalıyorum.

Sağlıcakla...

Moda Park Lokantası
Moda Caddesi No: 171 KADIKÖY / İSTANBUL
TEL : 0216 336 07 95  fAX: 0216 337 70 44

6 Mayıs 2014 Salı

Karaköy Lokantası

 Bahar geldi artık. Havalar güzelleştiği ve ısındığı zamanlarda tüm enerjisini kaybeden bir insan olarak, bu sene ilkbahar-yaz dönemlerini iyi geçirmeye kararlıyım sevgili okurlar. Daha olumlu, enerjik, ne yaptığını bilen bir ruh hali içinde, kentin atardamarlarında fink atma konusunda yapmış olduğum güzide bir plan var, bunu yürürlüğe sokacağım izninizle. Biraz değişmeliyim, diye düşündüm bu sene tüm hızıyla geçerken. Burada zaman zaman saydırdığım hatta sövdüğüm kişisel gelişim meselesine yakınlık kazanmak, kaleyi içerden fethetmek, ya da belki önyargılarımı kırıp kendi haksızlığımı ispat etmek için "Ferrari'sini Satan Bilge"yi satın aldım geçen gün. Bu benim için önemli bir adımdı. Olumlu davranmak için çaba harcamak, dünyayı daha yaşanılır bir yer kılma konusunda insanlık için küçük, benim için büyük bir sıçramaydı. Lakin kitabı okurken, kafa yapımı değiştireceğini düşündüğüm en ufak bir bilgi kırıntısı bile bulamadım. Bulmayı bırakın, insanoğlunun Platon'dan beri bir adım bile yol kat edemediğini, hatta ciddi şekilde gerilediğini, yüzeyselleştiğini, acınacak hale geldiğini gördüm. Nefret ettim. Hemen Emrah Serbes'in uzun zamandır beklettiğim "Son Hafriyat" adlı kitabını bir solukta okuyup, Robin Sharma'nın saçmalıklarını süratle kafamdan sildim, rahatladım. Şimdi daha sakinim bu satırları çiziktirirken. Mutluluk, bana kalırsa insanın oturup hayal kurması ve meditasyon yapmasıyla, ya da kafasından olumlu düşünceler geçirmesiyle yakalayabileceği bir duygu durumu değil. Benim inancıma göre, dışarıdan bir "uyaran" olmak zorunda mutlu olmamız için. Yani "her şey kafamızın içinde" söylemine katılmıyorum. Beni gerçekten mutlu eden, rahatlatan ve yaşama pozitif yaklaşmamı sağlayan iki "şey" olduğunu biliyorum. 1- İyi bir kitap (kurgusal bir metin olmalı, tamamen hayal ürünü, insanı eğlendirmek için yazılmış...) 2- Dört başı mamur bir sofra, enfes bir yemek. Ben de üstüme düşeni yaptım son birkaç günde mutluluğu yakalamak için. Önce kitabı okudum hararetle. Behzat Ç. dizisini seyretmediğimi tahmin edersiniz. Romanı okumak hoşuma gitti ama. Bu bir sürpriz değildi, zira "Her Temas İz Bırakır"ı okumuş ve sevmiştim. Bunun üzerine bir de Karaköy Lokantası'nı ziyaret edince iyi bir moral yüklemesi gerçekleştirdim. Bu satırları yüzümde gülümsemeyi andıran ve nispeten mesut bir ifade ile yazıyorum.

Karaköy Lokantası günün farklı saatlerinde, farklı amaçlarla ziyaret edebileceğiniz bir lokanta. Öğle yemekleri için defalarca gittim buraya ben. Lakin bu yazının konusu, günün ortasında yaptığım ziyaretler değil. Bu yemeklerde, kendini modern bir esnaf lokantası gibi konumlayan ve bu yaklaşımda hayli başarılı olan bir işletme buldum her defasında karşımda. Zeytinyağlılarıyla, mis gibi tencere yemekleriyle, yumuşacık sütlü tatlılarıyla insana güzel ve hafif bir öğle yemeği deneyimi yaşatan bir mekandan bahsediyorum. Üniversite öğrencisi garsonlarıyla hizmet veren, daha çok Karaköy'de çalışan tayfanın uğradığı şık bir restaurant, eğer o bölgede hayatımı sürdürseydim sık sık ziyaret edeceğim bir sığınak.

Ben size gecesini anlatacağım bu lokantanın. Gece saatlerinde ilk gidişimde beklenmedik bir "Doctor Jekyll and Mr. Hyde" sendromu yaşadım Karaköy Lokantası'na, zira gündüzleri bizleri tencere yemekleriyle ağırlayan o mekan, yerini dört başı mamur bir meyhaneye bırakmıştı. Bu, bendeniz için alışılmadık bir durum, açıklamakta güçlük çektiğim bir metamorfozdu. Gece çok güzel aydınlatılmıştı lokanta, masalar bembeyaz örtülerle kaplanmış, duvarlardaki mavi fayanslar ışıl ışıldı.Tahta sandalyeler, yukarı kata çıkan dökme demir döner merdiven, yerlerdeki eski model karolar, insanın aklını alan meze vitrini ve beyaz gömlekli, siyah önlüklü garsonlar. Her masanın dolu olduğunu ve rezervasyon yapmadan gitmenin büyük bir hata olacağını özellikle belirtmeme gerek yok diye düşünüyorum. İçerideki kabalık, dekorasyondaki detaycılık, normal şartlarda bir yüzme havuzu etkisi yaratabilecek mavi fayanslar bile çok hoşuma gitti. Özellikle de garsonların akıllara zarar sürati, güleryüzlü hizmeti, bir dediğinizi iki etmeyen harika tavrı üzerine konuşulmalı diye düşünüyorum. Ben ziyaret ettiğim yerlerde salt iyi hizmet gördüğü zaman, yani güzel "ağırlandığında" mutlu olan bir adam değilim. Pek çok işletme, günümüzde hem yemeklerinin zayıflığını, hem de zevksizliklerini şark usulü bir yalakalıkla örtmeye çabalıyorlar. Bundan nefret ediyorum. İyi hizmet olmazsa olmaz benim için, ama bir bütünün parçası. Karaköy Lokantası'ndaki hızır acil hizmete bayıldım resmen. Her şeyin ötesinde güleryüze ve size çaktırmadan, uzaklardan sizi takip eden garson mantığına. Tebrik ediyorum!

Yukarıdaki paragrafa bakarak dekorasyon ve servise tam puan verdiğimi görebilirsiniz sevgili dostlar. Bunun ötesinde mekanın lokasyonu da, gençliğimin geçtiği Karaköy bölgesine olduğu için ayrıca sempati duyuyorum. Öte yandan daha Galataport rant paylaşımı tam gerçekleşmeden kendi öz kentsel dönüşümünü yapan Karaköy coğrafyasının en şaşaalı yerinde olan bu lokantaya ulaşım pek kolay. Anadolu yakasından geliyorsanız, hiç kendinizi zorlamadan Kadıköy-Karaköy vapuruna binin derim. Yapılacak en mantıklı hareket bu. Arabaya binmeyin, vapurun, Boğaz'ın, Sarayburnu'nun, püfür püfür havanın keyfini çıkarın. İskelede indikten sonra sağa dönün, beş dakikalık yürüyüşten sonra kendinizi Karaköy Lokantası'nın önünde bulacaksınız. Avrupa yakasından geliyorsanız da yine toplu taşımacılığı kullanın derim; tramvayla Tophane'de alın soluğu, bir zahmet iniverin orada ve yine beş dakikalık yürüyüşle lokantayı bulacaksınız.

Gelelim yemeklere: Öncelikle o devasa soğuk meze vitrininin başında toplaşan ve mezelerin ışıltılı dünyasına dalıp giden insanlardan birisi olmak durumundasınız. Karar vermeden önce, iyice incelemelisiniz o güzellikleri. Pek çok seçenek arasından, eğer benim kafamda birisiyseniz, en başta bir patlıcan türevi, bir de yoğurtlu meze mutlaka seçmelisiniz. Ben, genel teamüllere uyarak haydari sipariş ettim öncelikle. Karaköy Lokantası'nın haydarisinin içinde çok ufak doğranmış salatalıklar da mevcut. Bu durumda cacık mı demeliyiz? Sanmıyorum, zira kullandıkları süzme yoğurt ve harikulade sarmısak kombinasyonuyla yemekten büyük keyif aldığım, belki de bugüne dek karşılaştığım en güzel haydari olmuş bu. Bir de patlıcan geldi masaya; o da bir hayli yoğurtluydu. Eğer isterseniz üzerine acılı bir sos da koyuyorlar; tercihe bağlı bir durum bu. Bana kalırsa bu da çok hoş bir mezeydi. Ayrıca pancar soslu enginar kalbi de, bir soğuk meze olarak arz-ı endam eyledi masada. Son dönemlerde çok severek yediğim enginar kalbinin tadı gerçekten hiç fena değildi, pancar suyu da çok yakışmıştı üzerine. Bunların yanına üzerine peynir rendelenmiş roka salatası da patlatınca ve bir de rakıyı ilave edince masa şenleniverdi iyice.

Ara sıcak zamanıydı şimdi. Sevgili dostlar, benim kitabımda ara sıcak dünyasının iki mühim aktörü vardır: Birincisi, tahmin edebileceğiniz gibi yaprak ciğer, diğeri de kabak kızartmadır. Kalamar da dahil olmak üzere, tüm diğer ara sıcaklar daha sonra gelir. Karaköy Lokantası'nda yediğim kabak tava gerçekten muhteşemdi. Çiçek Pasajı'ndaki Seviç'in kabağıyla aynı lezzetteydi diyebilirim. Todori'de yediğimden kat be kat daha iyiydi. Yine bu kategoride Eleos'u farklı bir yere koymak isterim, zira onların kabak kızartmasının içinde tadı çok bariz bir şekilde hissedilen bir peynir dominansı mevcut. Karaköy Lokantası'nda getirdikleri kabak tavanın yanında ise, sos olarak çok yoğun kıvamlı bir sarmısaklı yoğurt vardı. Kabaklarını yoğurda bana bana, kendimden geçerek yedim. Hemen ardından paçanga sipariş ettim. Burada önemli bir not: İlk defa ertesi gün kokusu her yanı sarmayan bir pastırmayla yapılmış bir paçanga yiyorum hayatımda. Tebrik etmek lazım mucidini. Ayrıca bir de kalamar lokmaları adını verdikleri, güveçte gelen muazzam yemeği söyledim. Tadının güzelliğini bir kenara bıraktım, sadece suyuna ekmek banmak, sınırsızca şamadıra yapmak bile benim için tarifsiz mululuklar kategorisinde yeni bir sayfa açtı. Kırmızı,yeşil biber ve bebek kalamar senfonisi diyebileceğim bu yemeği mutlaka deneyin sevgili dostlar. Mekanın yıldızlarından biri bana kalırsa.

Tatlı olarak ise kaymaklı peynir tatlısı ve sakızlı sütlaç deneme şansım oldu. Sütlaç gerçekten on numaraydı. Benim gibi pek "sakızperver" olmayan bir şahsiyeti bile yerinden oynatmayı becerdi tabir-i caiz ise.

Neticede Karaköy Lokantası, gerçekten güzel bir meyhane. Münferit ve türevleri gibi beni büyük hayal kırıklığına uğratan "modern meyhane" konseptinin içine dahil edebileceğim bir mekan değil, ama aynı zamanda klasik bir içkili lokanta da değil. Kendi havasında, kendi ruhunu yakalamış ve bunu bizlerle paylaşan "özel" bir meyhane. Yeni arayışlar içinde olan herkese duyrulur ve şiddetle tavsiye edilir!

Karaköy Lokantası
Kemankeş Karamustafa Paşa Mh. 
Kemankeş Cd No:37, 34425 İstanbul
T:0 212 292 4455

9 Mart 2014 Pazar

Krepen'deki İmroz


Beyoğlu meselesi...Damarlarımıza bu coğrafyanın coşkusu zerk edilmiş çok uzun zaman önce. Pek çok insanın girmeye korkuğu ara sokaklara, köhnemiş, isli yüzlü, terk edilmiş binalara vızır vızır girmişiz seksenli yıllarda. Üstelik de daha onlu yaşlarda, "karşının çocuğu" gibi bir yafta üstümüze yapışmışken yapmışız bunu. Bağdat Caddesi'ne "cadde" denilmeye başladığı, Kristal Büfe'de tuhaf bir piyasanın peydahlandığı, Özal'lı güzide senelerden bahsediyorum. "Cadde"ye bir miktar uzak, Fenerbahçe semalarında yatıp kalkan bendeniz, okul durumundan mütevellit, o son kertede civcivli onbir  ile ondokuz yaşlarımın arasında, hani tam da eprimiş romanlarda "ilkgençlik yılları" diye tabir edilen heyecanlı bir yaşımda, Kuledibi mezbelesinde soluk alıp vermeye başlamışım. Eh, insan her allahın günü Kuledibi'ne giderse, kerhaneyi de bilir, Yüksekkaldırım'ı da, trafiğin çift yönlü aktığı Cadde-i Kebir'i de, randevuevlerini de, artık pek rastlamadığımız pavyonları da, Kulis ve Papirüs'ü de ve şüphesiz ki belli başlı tüm lokantaları da. Bunları bilen adam, yaşlar ilerledikçe, ufaktan meyhane sorunsalına da aşina olur Beyoğlu'nun. Ölçer-biçer, o şıngır mıngır ülkenin farklı batakhanelerini karşılaştırır zaman içinde birbiriyle. Sonunda, yeterince bilgiye sahip olunca (yirmibeş sene su gibi geçmiştir neticesinde) kendi küçük adacıklarını oluşturur kişioğlu. "Şu meyhaneye giderim, bu bölgedekilerin pek yüzüne bakmam, oranın ciğeri iyidir, buranın favası kötüdür, vs vs..."

Daha önce yazdıklarımı okuyanlar aşağı yukarı duruşumu bilirler bu mesele gündeme geldiğinde. Ben Asmalımescit taraflarını şenlendiren meyhanelerin adamıyım daha çok. Bir numaramın Cavit olduğunu çok önceleri yazmıştım. Diğerleri sonradan gelir. Bana kalırsa, bu tarz mekanlar söz konusu olduğunda, Beyoğlu'nda iki temel adacık yer almaktadır: Asmalımescit mıntıkası ve Balık Pazarı-Çiçek Pasajı bölgesi. Bendeniz ikinci bölgenin pek müdavimi sayılmasam da, belirli lokantaları ziyaret etmeyi ihmal etmem sene içinde. Bunlardan birisi, Çiçek Pasajının göbeğinde yatan, kabak kızartmanın İstanbul'daki tartışmasız efendisi, Seviç'tir. (ki kendisini burada detayları ile yazmıştım).  Diğeri ise, Nevizade keşmekeşinin en sonunda karşılaşacağınız, pek vakur, bir o kadar da alımlı İmroz'dur.

Bir zamanlar gittiğim Kuşadası barlar sokağının tuhaf barlarının kapılarında insanla göz teması kurmaya çalışan ve bunu başardığında mide kaldırıcı danslarla size yanaşmaya çabalayan, bunu da başarı ile gerçekleştirdikten sonra, kolunuzdan çekiştirip sizi zorla bara sokmaya çalışan adamlar vardı. Bunun tufah bir versiyonunu Brüksel'de, her tarafı deniz mahsülü lokantaları ile kaplı köhne bir sokakta da gördüm. Müşteri çekmeye çalışmak için bar-lokanta "kapı"larından istifade etmek, aklı başında insanı cidden sinirlendiren bir yöntem aslında. Nevizade mecrasında da hemen hemen tüm işletmelerin kapılarında (ki özellikle yanınızda kadın varsa) "Abi buyur yerimiz var terasta" gibi birtakım cümlelerle sizi içeri davet eden kişiler mevcut. Sudan çıkmış balık gibi, insan seline kapılmış dolanan turistlerin üzerinde etkili olabilecek bu tacizkar yaklaşımın, bu kentte yaşayanları rahatsız edebileceği ne yazık ki anlaşılamamış durumda.

Ve sevgili dostlar, Nevizade Sokak'ta, kapısında birisinin durup da sizi içeri almaya çalışmadığı tek mekan, tahmin de edebileceğiniz üzere İmroz. Bu önemsiz detay bile, meyhanenin diğerlerinden farklı olduğunun ipuçlarını veriyor insana. Mekan size iyi hizmet ve yemekler sunduğunu daha kapısındaki tavrıyla çıtlatıyor adeta. "Benim sana sunacağım bir sürü şey var, yılışıklık dışında" diye fısıldıyor usul usul. İşte salt bu sebepten bile, Nevizade'nin incisi İmroz'a gidebilirisiniz Asmalı meyhanelerine alternatif aradığınız vakitlerde. Yeri çok kolay: İstiklal Caddesi'nde Taksim Tünel istikametinde yürürken, sağ tarafınızda gördüğünüz Çiçek Pasajı'nı hemen geçince, Balık Pazarı'na gireceksiniz. Dümdüz yürüyün Tarlabaşı yönüne doğru, tezgahlara dizilmiş balıkların simetrisine, sebze-meyvelere bakın. Ardından, sağ kolda Nevizade'yi göreceksiniz. Bu sokağı da dümdüz geçin. Sinir bozucu kalabalığa ve sokağın üzerinde sıkışan trafiğin anlamsızlığına aldırmamaya çalışın. Yolun en sonuna doğru, sağ kolda bütün haşmetiyle duran İmroz'a ulaşacaksınız. O daracık bölgede bile, açıkta oturabileceğiniz masaları mevcut İmroz'un, ama insan seli sizi rahatsız ederse (ki beni çıldırtma merhalesine getirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim) içeride oturabileceğiniz bol bol yer mevcut. Bana hayli "Refikvari" görünen alt katta nispeten az masa var, ama gavur tabiriyle "cozy", küçük ve samimi bana kalırsa; üstte "salon", daha tepede ise "teras" bölümleri var. Hepsinde oturulabilir. Ama ben sakin ve muhabbete yönelik bir gece planlıyorsam salon bölümünü, daha "goygoy"lu bir gecenin arayışında debeleniyorsam alt katı seçiyorum.

Ne yaptığını bilen, güleryüzlü, babacan ve esprili garsonlar muzzamdır İmroz'da. Mekanın bu anlamda on puan alması kaçınılmazdır. Bir meyhanede olması gereken en iyi servisi alır, mutlu ayrılırsınız, kuşkunuz olmasın kesinlikle.

Yazımı taçlandıran soğuk meze tepsisinden de görebileceğiniz üzere, envai çeşit mezenin dans ettiği bir seçenekler cümbüşü geliyor masaya. Seçmesi zor. Hepsini yemek ya da tatmak olanaksız. O vakit, birçok denemeden sonra bendenizin süzgecinden sıyrılmış ve ön plana çıkmış olanlardan bahsedelim. Öncelikle, soslu torik söylemezseniz hayatınızın hatasını yapmış olursunuz bana kalırsa. İmroz'un özel lezzetlerinden birisi bu. Hem balık, hem meze... Ayrıca değme "fine dining" lokantalarında karşınıza çıkamayacak ölçide rafine bir dokunuş. Yanına ince ve yumuşacık servis edilen lakerdadan sipariş edin, korkmayın mezeleriniz fazla "balık balık" olacak diye. Patlıcan salatası güzel, ("bir Cavit değil"), ama Köpoğlu'su gayet iyi. Soğuk meze tabaklarının muktedir hakimi patlıcan ise, patlıcanın üç çeşidinden (salata, soslu, Köpoğlu), en lezzetlisi bu bence. Yeşil biber arası peynir getiriyorlar. Aman dikkat! Enfes bir tadı var, ama çok acı olabiliyor. Haydarisi standart, çok etkilemedi beni.

Ara sıcaklardan muska böreği, tabak tabak yiyebileceğiniz bir güzellik. Kızartmanın insanın içini bayıltan ağırlığı asla yok. Aksine son kertede hafif bir yemek yiyor izlenimine kapılıyorsunuz. İçideki peyniri hissederek yiyorsunuz. Kesinlikle bir cimrilik söz konusu değil. Kalamar tava da ağza layık bir yemek İmroz'da. Pek keskin olmayan bir tarator ile getiriyorlar. Ağızda mükemmel bir uyum yakalıyor bu ikili. Benden söylemesi, bir de karides güvecin tadına bakın. Çok lezzetli, bunu rahatlıkla söyleyebilirim, amma ve lakin, esas yapmanız gereken, bu muhteşem güvecin suyuna ekmek banarak harikulade bir şamandıra keyfine dalmak olmalı. Hayatımın en randımanlı şamandıralarından birini İmroz'da yaşadığımı itiraf etmeliyim.

Mekanın tatlıları ise, bu güzel yemeklerin üzerine yağ-şeker dengesini kurup insanı iyice rahatlatıyor. Kaymaklı incir tatlısı ve mustafakemalpaşa sipariş edin. Ağır ağır mideye indirin bu arkadaşları bir Türk kahvesi eşliğinde.

Sonra yerinizden kalkın, insan seline kapılıp bir sonraki durağınıza, evinize, başka bir Beyoğlu mekanına, ayaklarınızın sizi götürdüğü yere gidin.

Yüzünüzde bir gülümseme, midenizde hoş bir duygu olacağından adım gibi eminim.



  • Adres: Hüseyinağa Mh., Nevizade Sk No:24, Beyoğlu
    Telefon:(0212) 249 9073


  • 26 Haziran 2013 Çarşamba

    Giritli Restoran


    Sıkıntılı, depresif, insanın üzerine üzerine gelen şu boğucu kent yaşamı içinde bir vaha arar bazen insan. Nadide bir değer, kendisini sorunlardan koruyacak bir sığınak, dünyanın dertlerini unutacağı bir siper arar yaşama karşı kişioğlu. Bilirsiniz, lokantaları bir bütün olarak ele alırım bendeniz. Harika bir yemek olup da servis berbat oldu mu, ya da süper garsonlar çalıştırıp, korkunç bir ambiyans yaratıldı mı, bu çelişkileri yazarım mutlaka. Çelişkiler önemlidir bu ülkede yaşıyorsanız. Bizi zenginleştirdiği, "bizi biz yaptığı", "doğu-batı sentezi" olmanın doğal sonucu olduğu söylenir bunların. Ama insan bazen çelişkisiz yaşamak ister. Sakin sakin, tam not vereceği, her açıdan kendisini tatmin edecek bir mekanın hayalini kurar. Siz de bilirsiniz, şöyle her gereksinime karşılık veren, mükemmel bir lokanta bulmak zordur bu şehirde. İlle de bir eksiği veya gediği, insanın gözüne batan bir sorunu ya da sıkıntısı vardır tüm işletmelerin.
     
    Yazarlığın en büyük hatalarından birini yaparak, daha yazımın başında, aslında en sonunda vermem gereken mesajı ortaya döküyorum belki, ama elden gelen pek fazla bir şey yok sevgili dostlar. Giritli Restoran, yaşadığımız çevrede çok az karşımıza çıkan "dört dörtlük lokanta" fikrine bir örnek bana kalırsa. Bu işletme, doğal olarak her türlü övgüyü daha ilk satırdan hak ediyor. Pozitif, hep iyiyi görmeye çalışan, Polyannacı ve hatta yalaka bir şahıs olduğumu düşünenler bu yazıyı okumaya hiç zahmet etmesinler derim, zira son satırın son kelimesine kadar bu lokantanın ne kadar güzel olduğunu, yemeklerin lezzetini, ortamın harikuladeliğini ortaya döken ifadeler ve satırlarla karşılaşacaklar kendileri. Bana her gidişimde bu şekilde hissettiren bir lokanta için ne söylesem az, diye düşünüyor ve değerlendirmeme başlıyorum:

    1- Ulaşım:

    Giritli, Ahırkapı bölgesinde, Armada Otel'in hemen yanına düşen konumuyla ulaşımı son derece kolay bir mekan. Sahil yolundan geliyorsanız, Sultanahmet'e çıkar gibi sapacaksınız. Hatta anlayanlar için, "Dede Efendi" tabelasını görünce hemen sapın, sonra ilk soldan ilerleyin tam önüne çıkacaksınız, diyebilirim. Eğer Sultanahmet istikametinden geliyorsanız ise, sarayın önünden dümdüz sahil yoluna iner gibi ilerleyin, yolun sonuna geldiğinizde sağa sapın, zaten Giritli tabelalarını göreceksiniz, derim. Arabayla gelmeyi düşünenler için, sokakta vale hizmeti veriliyor. Yine de Giritli'ye geliyorsanız arabayla gelmeyin; ehliyeti bırakma riskini almayın sevgili dostlar.

    2- Ortam:

    Kış mevsimi gidildiğinde, 19. yüzyıldan kalma bir Sultanahmet evinde yiyorsunuz yemekleri. Şirin, dekorasyonu güzel, insana kendini iyi hissettiren bir ortam. Yine kış döneminde, sigara içmeyi isteyenler için bahçede bir ortam yaratılıyor artık. Eskiden bu yoktu, ilk defa bu kış rastladım. Yazın gelenler ise, bana kalırsa, buranın esas keyfini çıkarıyorlar. Son derece geniş, masaların birbiriyle iç içe olmadığı, hafif puslu bir aydınlatma ile ağır bir hava verilmiş, püfür püfür, enfes bir bahçesi var Giritli'nin. İlk defa deneyecekler için bahçede yemelerini şiddetle öneriyorum. Tahta masalar ve sandalyeler, bendenizin bayıldığı türden mavi-beyaz kareli masa örtüleri, masaların üzerini dolaşan sıra sıra ampuller, girişte soldaki biraz gizli saklı bar, harika bir atmosfer yaratıyor. Bahçeyi çevreleyen Bizans üslubunda örülmüş duvar bile, özel bir yerde yediğinizi göstermek için yeterli bana kalırsa.

    3- Servis ve Sunum:

    Öncelikle şunu belirtelim: Burada bir menüden yemek seçtiğiniz "a la carte" uygulaması mevcut değil. Giritli'ye giden pek çok kişinin buna verdiği ilk tepki olumlu değil gözlemlediğim kadarıyla. "Ne yani, istediğimi seçemeyecek miyim ben şimdi?" gibi bir tepki var. İnsanlar zamanla alışıyorlar buna. Özgürlükleri kısıtlanıyormuş gibi hissediyorlar başlangıçta. Pek çok konuda koyun gibi yaşamaktan hoşlanan memleketimiz insanı, nedense meyhaneye gittiğinde, kendisine hangi yemekleri yiyeceğinin söylenmesinden hiç haz etmiyor. Ama yapacak bir şey yok; burada usül böyle. Bilmemkaç çeşit soğuk meze insanın önüne diziliveriyor aniden. Zaten ne yiyeceğinizi şaşıyorsunuz. O kadar çok ki sayıları. O kadar güzel dolduruyorlar ki masanın dört bir köşesini. Aslında basit düşünmek lazım. Klasik bir meyhanede, seremoni gereği yemeğin en başında mezeleri seçtiğimiz tablanın ya da vitrinin sorgusuz sualsiz masaya döşendiğini hayal edin. İşte Giritli'nin sunum şekli bu. Hepsini yemek zorunda değilsiniz. Aslında hiçbirini yemeseniz de olur. Sonuçta ödeyeceğiniz fiyat aynı. Sadece seyir zevki için bile masayı donatıp orada öylece bekleyebilirsiniz. Servis ise, tam olması gerektiği gibi. Giritliye gittiğinizde, önce garsonların masayı donatmasını bekleyin, ardından herbir mezenin ismini teker teker saydırın. Ben buna "mezelerin içtimaya çıkması" diyorum. Çok hoşuma gidiyor. Servis gayet hızlı, garsonlar süratli, pozitif ve senelerdir aynı kişiler çalışıyor. Bu da hoşuma giden bir özelliği. Her masaya aynı yemekleri servis etmenin bir avantajı var kuşkusuz, fakat aynı anda aynı mezeleri aynı hızda servis etmek, bana kalırsa nerede olusanız olun, çok öne çıkan bir maharet.

    4-Yemekler:

    Nerden başlasam, nasıl anlatsam...Burada, sayılarını bilmediğim bir adette soğuk meze döşeniyor masaya. Bunların içinde zeytinyağlı yemekler ve Ege Bölgesi sofralarının kokusunu alıp bize getiren otlar mevcut. Otlar şöyle, -aynen web sitesinden aldığım gibi yazıyorum-
    • Radika
    • Vruvez (hardal otu)
    • Turp otu
    • Isırgan
    • Ebegümeci
    • Marata (arap saçı)
    Bu otların bazıları buharda pişirilip, salata gibi, bazıları zeytinyağlı yemek şeklinde, bazıları da börek içinde sunuluyor. Giritlli'nin izni olursa, onlardan aldığım bir fotoğrafı da paylaşmak istiyorum sizlerle:



    Öte yandan, tipik insanımız yaklaşımını duyar gibiyim. "Bu kadar ot delikanlı adamı bozar" diye. "Hepsinin tadı birbirine benziyor" diyenler de çıkabilir. Ben buna katılmıyorum. Otların lezzet nüanslarını anlamak için, delice tıkınmak yerine, azar azar, doymadan yemenizi ve biraz daha fazla çiğnemenizi öneriyorum.Arada ağzınızı su ile çalkalayıp bir sonraki mezenin tadına bakın. Bence farkı anlayacaksınız.

    Yemeğin başında arpa şehriyesinden yapılma deniz mahsüllü pilav getiriyorlar. Tam benim damak zevkime uygun, iştah açıcı ve güzel bir süpriz. Bu yemeği, daha büyük miktarlarda yiyebilirim açık konuşmak gerekirse, fakat diğer yemeklere yer kalmaz o zaman. Enfes!

    Kırma acımsı yeşil zeytinle yapılan Girit mezesi...Bodrum'daki Giritliler'in hazırladığına dair bir bilgi var Giritli'nin web sitesinde. İçinde keçi peyniri, sarımsak-ceviz, kurutulmuş dağ otları ve baharat mevcut. Nefis zeytinyağ ile servis ediliyor.

    Bendenizin rüyasına giren balık pastırması...Somondan yapılıyor gördüğüm kadarıyla. Tadı o kadar güzel ki, bir dilip alıp, azıcık ekmek ile katıklayıp, bir yudum rakı ile ağızda dans ettirirseniz, Nirvana'ya ulaşma ihtimaliniz var bence.

    Patlıcan salatası, fava ve tarama. Bu üçlü her meyhanede denediğim ve bana kalırsa "iyi" olmanın ölçülerini belirleyen öncemli göstergeler. Patlıcan salatasında közü hissediyor insan. Tadı çok güzel. En son gittiğimde biraz tuzladım, belirtmem lazım. Fava insanın ağzında dağılan ve lezzetini uzun süre koruyan bir tada sahip. Tarama ise kıvamında ve üst düzey. (Yine de Asmalı Cavit'inki bir numara!)

    Börülcesi, pilakisi, kırımızı biberi, hepsi ağzılara layık bu arada...






    Sıcak olarak nefis ahtapot ızgara, kalamar tava, taş fırından otlu pide getiriyorlar. Kalamarlar büyük büyük büyük, harika bir taratorla insanın damağını çatlatıyor adeta. Ahtapot bacağı ise çok güzel marine edilmiş, baharatlı, ne fazla sert, ne de yumuşak bir yemek. Pideye sözüm yok. Hemen karşımızda duran fırından dumanı tüte tüte masaya geliyor. İnsanın içi gidiyor yerken.

    Ana yemek için balık seçenekleri var. Asma yaprağında sardalya ve levrek yedim ben en son. Fakat şunu söylemeliyim: Ana yemeğe kadar insanın midesinde yer kalmıyor adeta. O yüzden çok yiyemedim hiçbir gidişimde.

    Fiyat en son defa 115 TL idi. Evet pahalı gibi duruyor, ama ne saçmalıklara nasıl fiyatlar ödediğimiz düşünülürse bence yenen yemeğin bedeli çok normal.

    Sevgili dostlar, Giritli'ye gitmediyseniz, o zaman ne işiniz var bu şehirde? diyerek sözlerimi bitiyorum.

    Afiyetler olsun!

    Giritli Restoran

    Keresteci Hakkı Sokak (Armada Otel Yanı)
    Cankurtaran / Ahırkapı / İstanbul
    Web: www.giritlirestoran.com
    Tel: 0212 458 22 70
    Faks: 0212 518 50 60


    11 Ocak 2013 Cuma

    Gedikli Meyhanesi

    Asmalımescit mıntıkasının göbeğinde, her daim dolu ve cıvıl cıvıl bir meyhanedir Gedikli. Bir zamanlar, Sofyalı Sokak'taki yerlerine gittiğim, özenle hazırlanmış mezelerinden büyük keyif aldığım, şimdilerde ise yeni yerlerini sürekli ziyaret ettiğim bu mekanı anlatmak istiyorum bugün sizlere. Yeri gerçekten çok kolay. Bugüne dek anlattığım meyhanelerden Asmalı Cavit'in karşı sırasında, hafif çaprazında kalıyor; Yakup 2'nin ise biraz ilerisinde. 

    Mekanın küçük olmasından ötürü, buraya yapacağınız ziyaretlerden önce mutlaka rezervasyon yaptırmanızı öneririm. Nadiren çat kapı giderek oturma şansı yakalıyorsunuz. Bulunduğu yer dolayısıyla açıkta masaları olan, Belediye'nin masa kıyımından nasibini almamış şanslı lokantalardan Gedikli. Yaz-kış dışarda oturan bir müşteri kitlesi olduğunu da ilave etmeliyim. Isıtma olduğu için, arzunuza bağlı olarak burada keyifle takılabilirsiniz.Ya da içeride, yine sınırlı sayıda masadan birine kurulup güzel güzel rakınızı yudumlayabiliriniz.

    Mekanın iç düzenlemesinin gayet hoş olduğunu söylemem gerekiyor. Aydınlık, düzenli ve düşünülmüş bir tarz göze çarpıyor içeri girdiğinizde. Duvarlardaki camekanlar ve içlerine dizilmiş rakı-şarap şişeleri, son dönemlerin gözde meyhane dekorasyon stilinin bir yansıması adeta. İnsanın içini açıyor, iştahını arttırıyor. Fonda çalan Türk Saat Müziği de hem yemekler, hem sohbet, hem de mekanın iç dekorasyonuna tatlı bir ahenk katıyor.

    Gedikli'nin işletmesi sevgili dostumuz Burak'tan soruluyor. Burada ufak bir parantez açmam lazım. Satış işinde çalışan bir kişi olarak, her zaman, satışın ürünleri müşteriye satmaktan ziyade, uzun vadeli bir ilişki işi olduğunu düşünmüşüdümdür. İnsani bir meseledir satış. Karşısındaki kişi ile ilgilenmek, onunla ortak ilgi alanları bulabilmek, sohbet etmek ve aktif dinleyebilmektir. İşte, mekan işleten Burak'ın yaptığı tam olarak da bu. Her ziyaretimizde bizlerle can-ı gönülden ilgilenen, neler sevdiğimizi, daha önce neler konuştuğumuzu asla unutmayan, gerçekten arkadaşlık yapan Burak, Gedikli Meyhanesi'nin bana kalırsa en önemli değerlerinden birisidir ve gerçek bir networking ustasıdır.

    Yemeklere gelince...İyi bir meyhanede olması gereken soğuk mezelerin hepsi mevcut burada diyebilirim. Bunların içinde, insanın damağına bayram ettiren bir köpoğlu klasiği olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Çok lezzetli, son derece "kuvvetli" ve mutlaka masanızda bulunması gerekiyor bana göre.  Ahtapot salatası, fava, haydari, lakerda, börülce gibi güzellikleri de eklemek lazım. Börülce için bir minik parantez. Zeytinyağı o kadar güzel ki, tabak tabak yiyebilir insan. Lakerda ise gerçekten büyük dilimler halinde "vahşi" bir fotmatta geliyor masaya. Buna da hayır demem. Favanın üzerinde soğan bulunması da bazılarımıza göre doğru bazılarımıza göre riskli bir tavır. Ben seviyorum. Üzerinde biraz zeytinyağı gezdirip karıştırmak hoşuma gidiyor. Neyler karşılaşacağınızı daha net görebilmeniz açısından soğuk meze tabağını da burada paylaşmam doğru olur diye düşünüyorum.

    Sıcaklar konusu da çok karışık değil. Burada hiç tereddüt etmeden ciğer yiyebilirsiniz. Lokum gibi olacağından hiç şüphe etmeyin derim. Ayrıca muska böreği de yiyebilirsiniz. Ben arasıcak niyetine, hayatım boyunca yediğim en lezzetli, en muhteşem, en unutulmaz gümüş tavayı Gedikli'de yedim. Bunu da belirtmeden geçmem imkansız. Ağızda dağılan, insanı kendinden geçiren muazzam bir lezzet bombasıydı. Mevsimine göre, bu yemekten bulursanız mutlaka isteyin, haklı olduğumu göreceksiniz. Öte yandan, benim için Gedikli'nin en önemli özelliklerinden birisi de, her gidişimde ısrarla sipariş ettiğim kuzu pirzolası. Bendeniz, insanlığın en büyük icadı olarak kuzu pirzolasını gören bir zat olarak, Gedikli'nin yaptığı pirzolaya 10 puan veriyorum. Şu an yazarken bile ağzımın suyunun aktığını söylesem yeridir. Beyoğlu Balıkpazarı'ndan aldıkları ve inanılmaz bir maharetle marine ettikleri bu pirzolalardan tatmayacaksanız, lütfen Gedikli'ye gitmeyin!

    Gedikli Meyhanesi, kurduğu çilingir sofraları ile Asmalımescit'in şüphesiz önemli yıldızlarından biri. Bilmeyenler için belirtmekte yarar var: Çilingir sofrası tabirinin kökeni, adı üzerinde "çilingir" kelimesinden geliyor ve hiç konuşmayan, ağzını bıçak açmayan, içine kapalı, en sessiz sakin adamın bile ağzını çilingir edasıyla açan sofra anlamına geliyor. Bana kalırsa da, bu güzel mezeler, ara sıcaklar, enfes bir Kulüp Rakısı ve Burak'ın güzel sohbetiyle, insanın muhabbete girmemesi düşünülemez...

    Hararetle tavsiye ediyorum.

    Asmalımescit Mah. Sofyalı Sok. No: 22
    Tel:(212-245 96 22)
    Fax:(212 - 245 96 22)
    http://www.gediklimeyhanesi.com 





    19 Kasım 2012 Pazartesi

    Refik Restaurant


    Ölümsüz mekanlardan birisidir Refik...Yıllara meydan okuyan varlığı, renkli duruşu ve taşıdığı olağanüstü tecrübesiyle insanı içine davet eden tuhaf bir çekim kuvveti vardır bu meyhanenin. Bunu hissedersiniz önünden geçerken.

    Bendeniz, tahmin edebileceğiniz gibi, Asmalımescit mıntıkasının Sofyalı Sokağı'ndan pek sık geçer, hatta bazı geceler bölgede alenen volta atar, etrafı kolaçan edip olan biteni kontrol ederim. Genelde asayiş berkemaldir bu mecrada.

    Yılan gibi uzayıp giden bu sokakta tıklım tıkış olmuş yürürken hep Refik'le karşılaşırım. Bazen önünden geçerken salt içerisinin ışıltılı yaşantılarını gözler, zaman zaman da kendimi içeri atar, iki kadeh bir şey içerim. Ben severim "boş beleş" dolaşmayı. Handiyse yaşamdaki tek naçizane lüksüm budur.

    İşte tam bu noktada durup "aydınlık bir meyhane ile bağdaşmaz" diye düşünenlere iki çift laf etmek isterim müdanasızca. "Bre gafiller" demek isterim, "siz bir Refik'e gidin, iç mekanın apaydınlık havasını içinize çekin, duvarları süsleyen kaotik tabloların değişmez asimetrisiyle kucaklaşın, önce Atatürke'e, ardından hiçbir meyhanede göremeyeceğiniz şekilde gözünüzün içine bakan İsmet Paşa'ya bir selam çakın, ondan sonra ötün aydınlık konusunda."

    Hiç şüphesiz Sofyalı Sokak'ın en ışıltılı meyhanesidir Refik. İçinde insan kendini yeniden doğmuş gibi hisseder ilk dubleyi mideye indirirken.Yeniden doğmak elbette ki güzeldir, sağaltıcıdır, yenileyici ve tazeleştiren bir şeydir. İnsanı depresyona gark eden kent yaşamının egzost dumanları, gayesiz koşuşturmaları, itiş kakışları ve varoluş krizleri içinde, bazen "resetlemeli"dir ademoğlu kendini.

    Refik'e ilk adım attığınız an, bir tür yeniden doğuştur işte.

    Çok sık gitmesem de, her gittiğimde yemekleriyle beni mutlu etmiş bir meyhanedir Refik. Aslında meyhanenin hasıdır, kralıdır.

    Şimdilerde muhtemelen babadan oğula geçmiştir lokantanın işletmesi. Bendeniz bu konuda pek malumat sahibi değilim açıkçası. Beninkisi sadece bir tahmin. Kurucusu ve meyhanenin bugünkü şöhretini borçlu olduğu rahmetli Refik Baba'yı birkaç sene öncesine kadar mekanda görebilirdiniz, bunu söyleyebilirim Değişik, aslında hayli sert mizaçlı bir zattı kendisi. Arada masalara müdahale eder, "çok içtiniz" diye çıkışırdı. Bir defasında, hiç unutmam, kalabalık bir grupla içiyorduk mekanda. Nedendir bilinmez, bir gün önce ölen Papa için kadeh kaldırdı birisi. Tüm masa kadeh kaldırdı, bir bağırıştır, çağırıştır gidiyordu. Refik Baba masaya geldi hemen. "Ben o heriften daha yaşlıyım be!" diye çıkıştı. Çok gülmüştük bu olaya...

    Her neyse, hülasa-i kelam, Refik derler bu meyhane, Sofyalı Sokak'ın Asmalımescit Caddesi'ne katıldığı noktaya pek yakın bir yere çöreklenmiştir. Artık bunu söyledikten sonra yol tarifine pek ihtiyaç duyulmadığı kanaatindeyim.

    Bendeniz alt katta konuşlanırım her gidişimde, size de şiddetle bunu tavsiye ederim. Mekan Lonely Planet cinsi guide book'ların gediklisi olduğundan pek fazla turist görebilirsiniz burada. Yabancı bir memlekette miyim, diye şaşırmayın sakın. Beyoğlu'nun göbeğindesinizdir.

    Yemeklere gelince, Alp kulunuz bu meyhanede patlıcan salatası, haydari, kısır, tereyağında mantar, ciğer, kavun, beyaz peynir, tarama, muska böreği gibi lezzetleri mideye indirmiş ve pek memnun kalmıştır.




    Tereyağında mantarda Tanrısal bir lezzet duymuştur Alp. Ağızda dağılan bu lezzete binbir anlam ve anı yüklemiştir hiç çekinmeden.

    Ağızda dans eden ciğere gülümseyerek bakmış ve kısa bir süre ellerini açıp şükretmiştir Alp. İnsan bazen, iyi bir ciğer yediğinde şükredebilmelidir çünkü.

    Tarama damakta çoşan cinstendir, sevmek ve sevilmek ister. Onu da kucaklamıştır Alp. Yüzü kolesterol patlamasından hafifçe kızararak kaşıklamıştır taramayı.

    Muska böreğinde durmuş, biraz beklemiş ve kıymanın dilinin üzerinde infilak etmesinin tadını çıkarmıştır hunharca. 

    Haydari ve kısırı severek yemiş, rakının şahbabası olan Kulüp'ten birkaç yudum alarak hayatını nadasa bırakmıştır.

    Sevgili dostlar,

    Hayat bazen nadasa bırakılması gereken bir şeydir işte. Bazen insan aşırı ışıltılı bir meyhanede, binbir fotoğrafın ortasında gözlerini yummalı ve hiçbir şey düşünmemenin keyfine varmalıdır.

    İnsan bazen terbiyesiz ve cüretkar olmalıdır yaşam konusunda. Dertleri ve tasaları bir kenara bırakmalı ve Refik'te almaldır soluğu. Önünden akan insan seline boş gözlerle bakmalıdır.

    Varoluş bazen çok kavranabilir bir mesele değildir. O zaman Tanju Okan'ın da dediği gibi:

    "Dünyanın merkezidir bu meyhane..."

    Afiyet olsun...

    Refik Restaurant

    Asmalı Mescit Mah. Sofyalı Sk. No:7-10-12 Tünel Beyoğlu İSTANBUL
    Tel:0212 243 28 34 

    15 Ekim 2012 Pazartesi

    Seviç Meyhanesi


    Bazen, bazı meyhaneleri yazmak için, siyah-beyaz, kocaman fotoğraflar koymalı insan, "ince belli" bir rakı bardağı olmalı elinde ve hafiften gözlerini kapatmalı o rakının tadını alabilmek için.

    O rakı Kulüp Rakısı olmalı mümkünse. 

    Zaman zaman, bazı meyhanelere, hayatın gürültüsünden kaçmak, gündelik yaşamın saçmalıklarından kurtulmak için sığınmalı insan.

    O meyhane hem kavga-gürültü ve koşuşturmanın tam göbeğinde yer almalı, hem de korunaklı bir liman olmalı mümkünse.

    Kimi günler, bazı meyhanelere öğle vakti uğramalı insan. Gündüz rakısı denen o harika icadın keyfini çıkartabilmek için Çiçek Pasajı'da tahta bir masaya kurulup aşağıdaki gibi bir şiir düzmeli:

    Siz hiç gözleriniz kapalı rakı içtiniz mi
    Ben içtim
    İçine su-buz koymuşlardı
    Beni de alıp bir meyhaneye oturtmuşlardı
    Beni hep bir meyhaneye oturtmuşlardı
    Masaya patlıcansalatasıbeyazpeynirkavuntarama
    Koymuşlardı
    Masanın ucunda yepyeni bir hayat bana gülümsemişti
    "Bana" kaldırmıştı kadehi
    Ben de arkama yaslanmıştım
    Ne çabuk geçmişti


    Ve Seviç Meyhanesi'nde Kulüp Rakısı'nın yanına kadim dostu beyaz peynir gelmeli öğlen vakti, biraz da tatlımsı kavun.

    Bu üçlünün mükemmel tadı insanın ağzında ağır ağır birleşmeli.
    Böyle bir zamanda yine gözlerini kapatmalı o şanslı adam. Oturup düşünmeli.

    Hiçbir şey düşünmeden düşünmenin güzelliğini düşünmeli. O enfes peyniri nereden bulduklarını düşünmeli. Artık her mevsim aynı lezzetle yiyebildiği kavunun mucizesine inanmalı ve muzipçe gülümsemeli.

    Masaya beklendiği üzere patlıcan salatası, fava, haydari, kabak kızartma ve enfes bir karışık salata gelmeli. Her lokmada adamı gülümseten patlıcan salatasının közü, kömür kömür kokmalı alenen.

    Kıvamlı haydarinin sarmısağı damağı dağlamadan "ben buradayım" diyebilmeli.

    Biraz tuzlu olsa da, favanın soğanlı enfes karışımı midelere bayram ettirmeli.

    Taze taze zeytinyağı kokan salata içini açmalı adamın.

    Ve tabii ki Seviç'in "primadonna"sı kabak kızartması masanın baş köşesine arsızca kurulmalı, fena halde lezzetli ve üstelik de mideyi asla yakmayan tadıyla, kendisinden alınacak ısırıkları beklemeli..

    Eleos ve Todori'yle birlikte İstanbul'un en iyi kabak kızartmasını yiyeceğini bilerek oturmalı insan bu meyhanenin masalarına.

    Belki biraz ciğer, azıcık kalamar tava, mevsim uygunsa gümüş kızartma yemeli. Ama istiyorsa hiç çekinmeden kuzu şiş sipariş edip keyfine de bakabilmeli.

    İnsan, Seviç Meyhanesi'ne oturduğu zaman, gece de olsa, gündüz de olsa, kendine mutlaka pasajın içinde "koridor"dan bir yer ayarlamalı, gelen geçenlere, akan insan seline, laternacı amcaya, karşı meyhanede şarkı söyleyen gay şarkıcı ve göbek atan müdavimlere, koşturan garsonların bitmeyen enerjisine eski dostları izler gibi bakmalı.

    İnsan, bazen bir müze gezisinden sonra, bazen bir konsere gitmeden önce, zaman zaman hayattan nefret edip soluk soluğa kalarak, ama her seferinde hiç düşünmeden gelmeli bu meyhaneye.

    İnadına rezervasyon yaptırmadan üstelik.

    Tahta masalara keyifle kurulmalı.

    Hemen hatırını soran garsonlarla hoşbeş etmeli, sipariş vermek için acele etmeden ağırdan bir soluklanmalı.

    Belki girişteki sigaracıdan aldığı kaçak ıslak purolardan bir tane tüttürmeli keyifle.

    Üstelik bir Cuma günüyse ve hatta öğlen vaktiyse, yan masada demlenen Aydın Boysan üstada bakıp iyice kendinden geçmeli insan.





    İnsan Seviç Meyhanesi'ne gitmeli.

    İçmesine izin verildiği sürece de kana kana içmeli kentin göbeğindeki bu vahanın münbit rakı pınarlarından.

    Seviç Meyhanesi
    İstiklal caddesi Çiçek Pasajı
    No: 8 - Beyoğlu / İstanbul
    Telefon: 212 244 28 67

    8 Nisan 2012 Pazar

    Safa Meyhanesi

    Bazı mekanlar vardır, ne yediğiniz içtiğinizden bağımsız olarak içine girdiğinizde sesiniz soluğunuz kesilir, bir anda nefes alamayacak hale gelir, saygıyla olacakları beklersiniz. Bir ihtişam kol geziyoırdur böyle yerlerde. Oralarda yapılması gereken, büyüklüğü kabul etmek, onun önünde eğilerek ağzınızı açmamaktır. Safa Meyhanesi, işte insanı böyle bir ihtişama boğan, atmosferi ile sizi büyüleyen, müşteri kitlesi ve konumu ile sizi her vakit hayretlere sürükleyen, eski meyhane kültürünü yaşattığı her halinden belli olan bir mekandır.
    Birkaç defa ziyaret etmiş olduğum halde bu meyhaneyi yazma fırsatı bulamamış olan bendeniz, en sonunda, hoş bir sürprizle karşılaştığım Safa ile ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmaya nihayet karar vermiş bulunmaktayım.

    Bir Perşembe akşamı... Hafif bir esinti olsa da, aslında ılık, sevimli bir hava. Henüz kararmamış, kurşuni gri gözyüzüne bakarak yolculuğuma başlıyorum. Eminönü'ne vapurla geçip sahil yolunu kullanarak, Yedikule Zindanları'nı görür görmez saptıktan sonra, zindanların daracık kapısından girip ilerliyorum. Sahil yoluyla alakası olmayan, kendi dünyasında bir caddedir burası. Bir mahalledir. Geleni geçeni belli, dükkanları eski, halkı renklidir. Senede bir geldiğim Safa Meyhanesi'ni bulmak için her defasında dikkatle etrafıma bakarım. Oysa ne kolaydır yeri. Yüzelli, ikiyüz metre ilerleyip sağ kolda görürsünüz tabelasını. O sokakta tanıdık bir dostu görmüşçesine sevinirsiniz her seferinde.

    Kapıyı açıp içeri dalıyorum. Her zamanki atmosfer. Gürültülü büyük erkek masaları da var, kadınlı erkekli sessiz masalar da. Işıl ışıl içerisi. Kocaman bir avizenin aydınlattığı yüzler, kapı açılınca bana bakıyor. Meyhanelere kapıdan giren herkes ilk başta yabancıdır biraz. Sonra içeri girip ilk rakıyı içtikten sonra birden bire o da yerel halkın bir parçası haline gelir. Işıltıyı alır, onu etrafa saçmaya başlar. Ardından, yeni biri içeri daldığında, sanki az önce kendi başına gelmemiş gibi, o da başını çevirip bu gelen "yabancı"yı tepeden tırnağa süzer.

    Dedim ya, meyhaneye giren herkes yabancıdır biraz.

    Gözler bana çevrili. Yerim girişin hemen yanında; sırtımı cama verip meyhanenin ana salonuna bakacak şekilde kuruluyorum masaya. Duvarlarda dört adet özenle oyulmuş, cam kapaklarla kapatılmış, içlerine boy boy, marka marka, eski-yeni bin türlü rakı şişesi askeri düzenle yerleştirilmiş bölme var. Rakı sadece içilmiyor, aynı zamanda dekorun da bir parçası olarak arz-ı endam ediyor bu meyhanede. Karşı duvarda Nuh-u Nebi'den kalma sarkaçlı bir saat sadık bir dost gibi zamanı haber verirken, mekanın tam ortasına asılmış kocaman bir Atatürk fotoğrafı da meyhane sakinlerini yukarıdan usulca selamlıyor.

    Patron kasada oturmuş, gelen geçeni kesiyor. Garsonlar sevimli, canayakın ve hızlı. İlk defa gelenleri bile mudavimmişçesine karşılayacak cinsten usta ve deneyimli. Mutluyum. Mutlu olmamak için hiçbir nedenim yok.

    Hayat bana güzel, diyorum içimden.

    Önce pilaki, patlıcan salatası, haydari, acılı ezme, zeytinyağlı kereviz, köpoğlu ve beyaz peynir geliyor masaya. Dünya daha bir yavaş dönüyor sanki. Mutluluğu yaşamak için daha fazla vakit var. Pilaki nefis; içinde hafif havuç var diye anımsıyorum. Köpoğlu müthiş; tadı ziyaretimden sonra bile damağımda dans etmeye devam edecek, biliyorum. Acılı ezme kararında; ne fazla, ne de az. Ardından ciğer ve paçanga böreği geliyor. Her ikisi de harikulade bir lezzete sahip. Ama özellikle paçanga bu dünyadan değil, onu söylemem lazım. Bendeniz, meyhane meyhane dolaşıp ideal paçangayı arayan bir insanım ezelden beridir. Sonrası evdekileri memnun etmese de, içinde pastırma ile peynirin böyle uyumla birbirine sarıldığı börekleri gördüğüm zaman affetmem. Mis gibi. Ana yemek olarak da köfte yiyorum afiyetle. Son olarak da tahin helvası. Helvaya ekmek banarak ritüeli sonlandırıyorum.







    Tüm bu yemekler son derece ustalıkla hazırlanmış bir şekilde geliyor masaya. Safa Meyhanesi, bir insana meyhaneden beklediği her şeyi veriyor.

    Mekan, 1900'lerin başında meyhane olarak kullanılan ve TCDD yollarının yapımında görevli insanların akşamları lokal olarak kullandıkları bir yermiş. Bunu öğrendiğimde şaşırıyorum. Daha sonra, şimdi hayatta olmayan Süleyman KIZILTAY 1948 yılında, arapça karşılığı "sefa, eğlence" anlamına gelen SAFA'yı, SAFA MEYHANESİ'ni kurmuş. O gün bugündür de muhabbet devam ediyormuş.

    Sonra gecenin sürprizi ile karşıyorum. Masamızda Yılmaz Özdil var. Zaten yemekler ve mekan hakkında bu denli az yazmamın temel sebebi de Yılmaz Özdil ile yaptığımız o tadına doyulmaz sohbet oluyor. Masasında meşhur birisini gören her Türk gibi davranıyorum ben de. Siyasete yazmaya, yazarlığa, gazeteciliğe dair binbir soru soruyorum ona. Sabırla yanıtlıyor. Masaya otururken söylediği, "Bir saatliğine geldim," sözü tamamen yalan oluyor. İkibuçuk saat kalıyor. Hayatından, gazete ve televizyonda yaşadıklarından söz açıyor, memleketin bundan sonra gideceği noktalardan bahsediyor. (Politika bu blogun konusu olmadığı için üstadın söyledikeri bende kalacak doğal olarak).



    Güzel bir muhabbet ve yemek ardından kalkıp eve dönüyorum. Aklımda aynı düşünceler dönüp duruyor. Sanki güzel bir tatlı yemişim de, biraz daha istiyor gibiyim.

    Sevgili dostlar, Safa Meyhanesi, eski meyhane kültürünü yaşamak ve yaşatmak isteyenlerin hiç düşünmeden gidebilecekleri harika bir mekan.Harika atmosferi ve güzel yemekleri ile kalbinizde kısa sürede taht kuracağından eminim.

    Mutlaka gitmenizi öneririm. Haftasonu gitmeden önce yer ayırtın.

    Safa Meyhanesi
    İlyasbey Cad. No:169 Yedikule/İSTANBUL
    Rezervasyon Tel
    0
    212 585 55 94
    http://www.safameyhanesi.com/

    21 Mart 2012 Çarşamba

    Birtat Et Lokantası


    Gün geçmiyor ki yaşadığım kente ne kadar yabancı olduğumu bir defa daha göreyim. Puslu bir gecede, Selimiye kışlası ile Camii arasında, araba trafiğine kapalı, parke taşı kaplı bir yolda, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan lokantanın tuhaf öyküsüdür okuyacağınız.

    Daha önce bir arkadaşımdan duyduğum, açık konuşmak gerekirse de sürekli ertelediğim bir teklifti Birtat Lokantası'na gitmek. Sakindim o gün. Ne hayattan, ne de yiyeceklerimden beklediğim çok fazla bir şey yoktu. Zira eğlence mıntıkalarına konuşlanmış meyhane ve lokantaların gediklisi olan bendeniz, mahalle arasında olan bir işletmenin bana sunabilecekleri konusunda pek ümitli sayılmazdım. Çok yanılmışım! Ayrıca bu önyargıyla hareket ettiğim için de çok cahilce davranmışım bugüne dek, zira en büyük sürprizler, bu mahalle aralarındaki mekanlarda gizliymiş.

    Hava pusluydu, evet, vakit erken olmasına karşın sokaktan gelen geçen yoktu nedense. Üç boyut tamamdı belki, ama zaman durmuş, ben ise seneler evvelinden kalma soluk bir fotoğrafın parçası haline gelmiştim. Altunizade coğrafyasının hummalı trafiğini geride bırakalı çok olmuş, Nuhkuyusu Caddesi boydan boya geçilmiş, Karacaahmet ortalarından bir yerinden acımasızca yarılmış, Selimiye Kışlası'na doğru uzun ve ince bir yol yürünmüştü. Kışla sessizdi. Sanki tüm insanlığı etkileyecek büyük bir şey olacaktı da, ondan önceki sessizlik kol geziyordu sokakta. Cami küskünce kapısını kapatmış, heybetli varlığı ile yanıbaşımda dikiliyordu. Caminin yan kapısının az ilerisinde, "Kimlik gösterin!" yazan, kışlanın girişine işaret eden bir tabela vardı.

    Sokak ıssızdı. Terkedilmiş gibi görünen evlerin ışıkları yanmıyor gibi geldi bir an. Kimler yaşıyordu acaba burada? Çıt çıkmıyordu. Bu sessizliğe saygı göstermem gerektiğini biliyordum. Kimlik göstermem de gerekmiyordu. Kimlik soran kimse yoktu çünkü. Adeta sokağa bir bomba atılmış, tüm insanlar yok edilmiş, sadece binalar kalmıştı geriye. Ağır ağır yürüdüm. Sokakta ışıkları dikkatimi çeken tek binaya doğru ilerledim. Birileri yaşıyor olmalıydı oarada. Kaçınılmaz olarak, tabelasında "Birtat Et Lokantası" yazan dükkanın önünde durdum. Camın önünde asılı olan Türk bayrağına bakıp bir süre dikilerek gülümsedim. Kapıyı zorlukla iterek açtım.

    Sessizdi içerisi. Masaların yarısı boştu, diğer yarısında ise yalnız başına oturan dertli adamlar demleniyorlardı. Yine kendimi eski bir fotoğrafın parçası gibi hissettim. En azından birilerinin bu sokakta yaşam belirtisi gösteriyor olması iyi geldi. Yerime oturduktan sonra, yaklaşık yarım saat içinde bana melankoli ve kasavet mıntıkası gibi gelen bu lokantanın kapıdan akın akın gelen insanlarla dolup taştığını görüp hayrete düştüm. Kapıdan çevrilenler vardı, yerlerini daha önceden ayarlamış müdavimler, ülke meselelerini tartışan dertli tasalı abiler, üniversiteden fırlayıp gelmiş gibi duran genç kızlar vardı. Küçük bir televizyonun önünde büyülenmişçesine ekrana bakan yalnız başına bir adam da vardı içeride, kalabalık bir masada kahkahalarla gülen tombul bir teyze de...

    Hava bulutluydu (!) Birtat Lokantası'nda... Masaların arasında dolanan deneyimli garsonlar kadar neşesi, konuşkanlığı ve canayakınlığı dikkat çeken mekan sahibi ile sohbet ettim. İlk defa geldiğimizi ve her şeyden tatmak istediğini söyledim. O zaman rota belliydi:

    Önce biraz soğuk meze, ki fava (hafif zeytinyağlı), yoğurtlu ve cevizli kereviz, şakşuka, söğüş salata, beyaz peynir, börülce süsledi masayı. Hepsi çok güzeldi. Mideyi rahatsız etmeyen, insanı tıkamayan porsiyonlarla servis edilen, tam da meyhane düsturuna uygun yemeklerdi.


    Sonra patronun muazzam bir seçkisiyle bombardıman başladı. Önce ciğer geldi masaya. İçi pamuk gibi, dışı iyi pişmiş, inanılmaz bir lezzetti. Geldiği anda bittiği için bir defa daha sipariş edildi. Yine yağmalandı. Hemen kafamda Çukur Meyhane, Gedikli, Hatay ve Asmalı Cavit'te yediğin ciğerlerle karşılaştırdım bunu. Farklı bir kategoride gibi geldi bana. En az onlar kadar iyi, ama sanki farklı pişirilmiş. Nedenini bilemedim.


    Ardından güveçte kokoreç süsledi masayı. İki çatal aldığında bittiğini fark ettim. Buna hızlı yemek denemezdi. Herkes susmuş, yemekler konuşmaya başlamıştı. Bu resm-i geçitin içinde daha neler yer alacaktı bilemiyordum. Yediğim kokoreç, olağanüstü tadıyla damağımda güller açtırmıştı adeta. Buna saygı duymak gerekiyordu.


    Tam nefes alacakken, hiç beklenmedik bir anda güveçte böbrek gösterdi kendini. Ben ki, bir zamanlar böbrekten uzak duran bir şahıs olarak bilinirdim, ellerimle yememek için zor tuttum kendimi. İçimden tam olarak bilemediğim bir şeylere şükretmiş bile olabilirdim bu esnada.


    Patronun özel tavsiyesi üzerine ocakbaşından satır eti ile yapılmış kebap ve kuzu şiş de yedik. Tabağın üzerini eski bir dost gibi kaplayan incecik ve gevrek pidenin tadını tarif etmek handiyse olanaksızdı. Kendimi "Birtat'a sadece bu pideyi yemek için bile gelebilir insan," derken yakaladım. Buna değerdi.


    Acaba daha ne var derken, alüminyum folyo içinde ağır ağır pişmiş, döner gibi kesilmiş yumuşacık kelle geldi önüme. Kellenin bu kadar güzel pişiriebileceğini asla düşünmemiştim o güne dek.


    Patron "Biraz da uykuluk yaptırayım," dediğinde, keşke biraz daha büyük bir midem olsaydı, diye düşündüm. Yer kalmamıştı. Lanet olsun! O uykuluğu yiyemedim. İrmik helvası yiyip çay içtim. Buna ek olarak bir dahaki gelişimde kiremitte işkembe yemeğe de söz verdim kendime.

    Dışarısı yine ıssızdı. Çıt çıkmıyordu sokakta.

    Ve ben şükrediyordum.
    Selimiye'nin bir köşesinde böyle bir lokanta ile karşılaştığım için.
    Sakatat pişirmenin böylesi bir şekilde sanata dönüşebildiğine tanıklık ettiğim için.
    Bu memlekettte işini bu denli seven insanlar olduğunu görüp memleket için ümit olduğuna yeniden inandığım için.
    III.Selim'e böylesi bir camiyi buraya dikip zamanı durdurmayı başardığı için.

    Bu şehirde yaşadığım için...

    Şükrediyordum.

    Selimiye Kışla Cad., No: 57
    Üsküdar, İstanbul
    tel: +90(216)553-6664



    19 Mart 2012 Pazartesi

    Eleos Restaurant

    Son dönem meyhane keşiflerimden en parlak olanlarından birisi için ufak bir parantez açmak istiyorum sevgili dostlar: Eleos Restaurant! Son günlerde, Elmadağ Meyhanesi, Giritli gibi yediğim hemen her yemekten memnun kaldığım mükemmel işletmelerden birisi de işte bu meyhane. Az bulunur cinsten mezeleri, Sarayburnu'na bakan harikulade duruşu ve iyi fiyatlarıyla bu blog'da yer alması gerektiğine inandığım bir lezzet durağı.

    Orijinali bendenize çoğu kez ters gelen Yeşilköy coğrafyasına denk düşmekte olan bu güzide keşfimin bir şubesi olan  Beyoğlu mekanında iki defa bulunduktan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim. İlk gidişimde  çok keyif almıştım. Hem içimi açan bir sohbet vardı, hem de yemekler çok güzeldi. Emin olmak için bir defa daha gitmem, bir şeyler daha tatmam, etrafa biraz daha alıcı gözlüyle bakmam gerekiyordu. Ben de bunu yaptım geçen hafta. Sonuç ise mükemmeldi.

    Hiç vakit kaybetmeden yorumlara geçmek, tek tek yaşadıklarımı sizlerle paylaşmak istiyorum:
    1. Nasıl gidilir? Kendi dünyama göre anlatmam gerekirse, hayatımın bütük bölümünü geçirdiğim Asmalımescit'ten Beyoğlu'na çıkıp tam karşımda gördüğüm Hidivyal Palas'a dalarak, ikinci kata çıkmam suretiyle ulaştım Eleos'a. Taksim Meydanı'ndan Tünel'e giderken 231 numaralı binayı gördüğünüz zaman Eleos'a geldiniz demektir.
    2. Bu güzergahta bulunan binaların sürprizli iç dünyası Hidivyal Palas'ta da karşınıza çıkıyor. 5-6 katlı binaya giriyor, ikinci kata çıkıyor, sonra birdenbire nefeslerinizi kesen bir Boğaz manzarası ile karşılaşıyorsunuz. Üstelik de bu manzaraya kocaman bir terastan bakma şansınız var. Ben oldum olası Kızkulesi, Sarayburnu, Ayasofya ve Süleymaniye'nin birbirine karıştığı, camilerin kurşuni kubbeleri ile denizi yaran Şirket-i Hayriye vapurlarının aynı karede yer aldığı bu manzaranın hastasıyımdır. Eleos'un tepeden denize bakışı bir iki dakikalık saygı duruşunu hak ediyor bu anlamda.
    3. Unutulmaması gereken bir mesele var. Eleos manzara anlamında sigara içenlerin ödüllendirildiği bir mekan. O muazzam görüntüye bakan kısım, aslında üzeri kışlar için kapatılmış bir teras ve burada sigara içilebiliyor. Rezervasyon yaptırdığınız zaman  mutlaka "sigara içilen" yerden istemeniz gerekiyor. Aksi takdirde içeride, manzaradan mahrum kalarak oturursunuz. Kapalı mekanı seksen, terası otuzbeş kişilik. Yani aynı anda yüz kişinin üzerinde bir ağırlama kapasitesi var.
    4. Mekana yazın gitmediğim için yorum yapamıyorum, ama bu güzelim terası, üzeri açık, kesintisiz bir şekilde Sarayburnu'na bakarken hayal ediyorum. İnanılmaz bir keyif olmalı bu, Dolayısıyla yazın da gidecek, akşamüstü yedi gibi, buradan Kızkulesi'ne bakarak rakı ve beyaz peynir eşliğinde şehri dinleyeceğim mutlaka. Bu yaşlı kentin anlatacağı bir şeyler olmalı bu terasa.
    5. Eleos, kendi iddiasına göre Rum meyhane kültürü ile Ege ot ve deniz mahsülü mutfağını sentezlemiş ve üzerine Ermeni mezelerini ilave ederek bu lokantanın yemek seçkisini oluşturmuş.
    Gelelim yemeklere:

    Soğuk mezelerden yengeç salatasına bayıldım. Her insan evladı bu güzelliğin tadına mutlaka bakmalı diye düşünüyorum. Tamamen taze. Hafif körili sosu ise asla ve asla ağır değil. İnsanın yüzünde gülücükler açtıran cinsten bir lezzet.

    Fava ve patlıcan salatası her meyhanede sipariş ettiğim mezeler olduğu için burada da söyledim. Kendimi yerden yere attım diyemem tatlarına baktığım zaman. Ama ortalamanın üzerinde, ağırbaşlı, insana dokunmayan, sevimli mezeler. Asla yıldız değil, ama sizi üzmeyeceğini garanti edebilirim.

    İkram olarak masaya gelen kabak kızartma için bir es vermemiz gerektiği kanaatindeyim, zira her yerde yediğimden farklı bir tadı olan bu yemeği, gerçekten çok beğendim. Seviç Meyhanesi ve Todori'de sık sık sipariş ettiğim kabak kızartmanın Eleos versiyonunun içinde tadı iyice hissedilen bir peynir lezzeti olduğunu söylediğimde şaşırmayın. Çok kıvamında bir eklenti olmuş bu. Mucidini can-ı gönülden tebrik ediyorum.

    Levrek marin ve yine ikram olarak getirdikleri istridye mantarı da sipariş edildiğinde insanın yüzünü kara çıkarmayacak, rahatlıkla mideye indirilebilecek seçimler. Beyaz peynir de tam rakıyla gidecek cinsten mis gibi kokuyor.

    Ama esas süpriz, kırmızı biberin içine doldurulmuş olarak gelen tulum peyniri sevgili dostlar. Gerçekten, benim gibi kırmızı biber fanatiği olmayan, hatta kimi vakitler uzak durmaya bile gayret eden bir şahıs için bile vazgeçilmez bir lezzet olabilecek bir eser bu. Eleos'a giderseniz bu dolmadan mutlaka sipariş edin derim. Üzerindeki hafif zeytinyağıyla birlikte damağınız bayram edecektir.

    Ben iki gidişimde de ana yemek sipariş etmedim, zira -artık bunlara "ara sıcak" mı dersiniz bilmiyorum- sıcak mezeler insanılmaz lezzetli ve doyurucu Eleos Meyhanesi'nde. Yediklerimiz sırayla saymam gerekirse:

    1. Saganaki
    2. İstakoz Kavurma
    3. Kalamar Izgara
    4. Ahtapot Izgara
    5. Karides Güveç


    Bunların hepsi gerçekten olağandışı yemekler sevgili dostlar. Ama bir sıralama yapmak gerekirse ilk sıraya mutlaka istakoz kavurma dedikleri o muhteşem yemeği koymak isterim. Ağızda dağılan, pamuk gibi bir tadı var bu güzelliğin. Çatal çatal yemek istiyor insan. Kolesterol hastaları Lipitorlarını alıp istakoz kavurmanın tadına baksınlar mutlaka. Beş yıldız verdiğim bu yemeği düşündükçe hala ağzım sulanıyor.


    İkinci sıraya kalamar ızgara -ki bugüne kadar yediklerimin en iyisi, ama istakoz ızgaranın gölgesinde kalıyor-, üçüncü sıraya saganaki, dördüncü sıraya karides güveci, sona ise ahtapot ızgarayı koyarım bana kalırsa.

    Midye saganaki  her zaman için nefis bir seçim olacaktır. Açık konuşmak gerekirse bendeniz, ekmeğimi, adından da anlaşılacağı üzere sahanda gelen bu nefis kavurmanın peynirli sosuna şamadıra yapmak suretiyle tabakta hiçbir damla kalmaması görevini genel olarak üstlendim.

    Meyve ve tatlı faslına gelince, inanılmaz bir sunumla getirdikleri meyve tabağına tam not veriyorum. Tabakta yerine tenecerede demeliyim aslında. Buza yatırılmış meyvelerin üzerinde bir de nane likörü dolu küçük şişe oluyor. Çok şirin. Bu sunuma gerçekten şapka çıkartıyor insan. Tatlı olarak ise sufle ve doldurmalı irmik helvası yedik. Güzeldi.


    Netice itibariyle Eleos, yeme içme tutkunlarının eğer henüz gitmedilerse mutlaka ziyaret etmeleri gereken, her şeyi tadında sunan, bazı yıldız yemekleri ile insanın gönlünde taht kurabilecek bir meyhane. Sadece yemeklerin lezzeti değil, manazarası da muhteşem. Ayrıca garonların servis kalitesi, deneyimi güleryüzlülüğü de insanı rahat ettiriyor. Ahtapotun görüntüsüne bakıp kafamız biraz iyiyken "Bu canlı mı?" diye soruğumuz genç garson, "Abi bunların hepsi bir zamanlar canlıydı" diye cevap verdi. Çok güldük.

    Eleos'a gitmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Mutlaka rezervasyon yaptırmayı ve "sigara içilen" yerden ayırtmayı unutmayın.

    Fiyatlar ise bana kalırsa çok makul. Nevizade ve Sofyalı cenahlarındaki standart meyhanelerde yediklerinizin kat be kat daha iyisini yiyip aynı fiyatı veriyorsunuz. Fiyat performans olarak bugüne kadar gördüğüm en iyi yerlerden birisi.

    Unutmadan, bir ufak parantez de yemekten önce ikram ettikleri Uzo shot'lar için açalım. Bayıldım!

    İstiklal Cad.No:231 K:2 Hıdivyal Palas Tünel / Istanbul
    0 212 244 90 90 – 663 39 11 – 573 68 28



    http://www.eleosrestaurant.com