19 Eylül 2012 Çarşamba

Kandilli Suna'nın Yeri

Dostlarla yaptığım sohbetlerde, zaman zaman benzer bir soru cümlesiyle karşılaşıyorum: "Alp, şöyle salaş, yemekleri güzel, manzarası fena olmayan, fiyatları iyi bir yer önersene bize...?"

Bu aslında "her genç kızın rüyası" galiba...Herkes güler yüzlü hizmet, lezzetli yemek, ihtişamlı bir manzara, el yakmayacak fiyatlar istiyor hayatta. Yaşadığımız şehirde bunu sunan lokantaların sayısı malesef çok az. Avrupa'nın en pahalı lokantaları bile İstanbul'daki ortalama bazı restaurantların fiyatlarıyla boy ölçüşemiyor.

Bu şehirde hayat ne yazık ki çok pahalı; buna karşın talep çok yüksek ve doğal olarak bazı işletmelerde şımarıklık had safhada. Fabrikasyon ve ticari yaklaşımlarıyla hem size verdikleri hizmeti aceleye getiriyorlar, hem de "bebeğim bir haftadan önce arayıp rezervasyon yaptırmazsan bizde yemek yiyemezsin" tavrıyla karşılaşıyorsunuz. Üstelik yemekler de öyle pek matah değil.

Rezervasyon konusuyla ilgili bir parantez: American Psycho'nun bir sahnesinde kahramanımız (Christian Bale), Manhattan'ın en popüler mekanlarından birini telefonla arayıp o günün akşam yemeği için rezervasyon yaptırmak ister. Karşıdan cevap yerine gevrek kahkahalar gelir. O kadar imkansız bir şeydir ki adamın istediği, yönetmen böyle Kafkaesk bir üslupla vermek istemiştir cevabı. Demek istediğim, bizim şehrimizde de zaman zaman buna yakın tavırlar sergilenmektedir rezervasyon yaptırmak istediğimizde.

Ve tahmin edersiniz ki bendeniz bundan nefret eden bir adamım.

Her neyse, biz konumuza dönelim. Yukardaki soruya cevap verirken sözkonusu Anadolu yakası ise İsmet Baba ve Suna'nın Yeri gibi mekanları öneriyorum genelde. Buralarda fiyat/performans bana kalırsa çok çok iyi. İyi bir lokantada olması gereken her şey de mevcut. Bu sebepten, bu yazıyı Suna'nın Yeri'ne ayırdım.
İlk ne zaman gittim, anımsayamıyorum, rahmetli babam çok severdi burayı. Onbeş sene mi, yirmi sene mi önce, bilemiyorum. Yılda dört-beş defa, bazen öğlenleri uğrar, manzaraya bakarak demlenirim Suna'nın Yeri'nde.

Kısaca özetlemek gerekirse,

  1. Mekanı bulmak hayli kolay. Sahilden Kandilli İskelesi'ne gelmeniz yeterli, lokantayı iskelenin iki yanına konuşlanmış vaziyette bekliyor bulursunuz karşınızda. Birinci köprü tarafından geliyorsanız Beylerbeyi'nden dümdüz devam edin, yok ikiden ulaşmaya çalışıyorsanız, Kavacık sapağının ordan Anadolu Hisarı istikametine girip aşağı inin ve Kandilli'ye ulaşın. Bu kadar basit.
  2. Otopark hizmeti mevcut ve sıkıntısız. İskelenin oraya girdiğiniz vakit arabanızı oradaki görevlilere bırakabilirsiniz. Dışardan bakıldığında park yeri yokmuş gibi görünse de çok iyi çözümlemişler bu meseleyi.
  3. Mekan ilk başlarda iskeleyi karşınıza aldığınızda soldaydı diye hatırlıyorum, ama uzun süredir sağ tarafta da hizmet veriyor. Baharda ve yaz aylarında açık kısımlarında keyifle oturabilirsiniz, fakat önemli bir mesele ciddi şekilde rüzgar alabiliyor olması. Bunun özel bir zamanı var mı bilemiyorum, ama bazen iskele ile yandaki yalının arasındaki koridordan şiddetli rüzgar esebiliyor.
  4. Tahta masalar bembeyaz, pırıl pırıl örtülerle örtülmüş, her daim müşterileri bekliyor Suna'nın Yeri'nde. Mekanın darlığından ötürü masaların birbirine yakın olma durumu var, fakat bu konuda yapılabilecek bir şey yok. Gülü seven dikenine katlanır neticede.
  5. Garsonlar son derecede tecrübeli ve insan sarrafı tipler. Sizin ne istediğinizi gayet iyi anlayıp çok iyi bir zamanlamayla yapıyorlar sevisi. En baştan beri bu böyleydi.
  6. Manzara müthiş. Doğru masaya oturduysanız Boğaz'ın üzerinde gibi hissediyorsunuz kendinizi. Ağzınızda dağılan o güzelim yemekleri yerken Boğaz'a bakmak, iskelenin yanından oltayla balık avlayan çocuları izlemek ayrı bir keyif. Ara ara denize girenler de olmuyor değil. Tahmin edersiniz ki, bunlar yunus balıklarına yakın yüzme yeteneğine sahip mahalle çocukları.
  7. Kışın geldiyseniz kapalı kısmında oturabilirsiniz, ama benden söylemesi, istenen manzarayı görebileceğiniz masa sayısı hayli kısıtlı.
  8. Yemeklere gelince, gavurların değişiyle "schlicht und einfach"... Basit ve sade bir menü var ve başarının sırrı bence burada. Kafa karıştıran cinsten, onlarca yemekten oluşmuyor size sunduğu güzellikler.
  9. Burada mutlaka bol rokalı, yeşillikli bir salata yemelisiniz sevgili dostlar. Üzerine peynir rendelenmiş olsa iyi olur. İnsanın damağı bayram ediyor önünüze geldiğinde bile. Bu salata o kadar güzel ki, insan hiç bitmesin istiyor.
  10. Bunun yanında mekanın enfes, ağızda dağılan favasından da mutlaka sipariş etmenizi öneririm. Nadir bulunan lezzetlerden birisi de bu.
  11. Patlıcan salatasında da közün tadı iyice hissediliyor. Yutulduktan bile ağızda bıraktığı tad unutulmaz. Bunu da tavsiye diyorum.
  12. Sıcak olarak kalamar, midye tava, tereyağında karides söylenebilir. Üçü de insanın damağına bayram ettirecek cinsten, lakin benim favorim kalamar. Çok güzel yapıyorlar, adeta lokum gibi diyebilirim.
  13. Balık olarak çeşit çeşit farklı mevsim balıkları yedim ben burada, ama en son gittiğimde yaptıkları gümüş tava gibi bir lezzete neredeyse hiçbir balıkçıda rast gelmedim. Varsa ortaya söyleyin, tadını çıkartın.
  14. Mekanın en büyük problemi caminin burunun dibinde olmasından ötürü içki ruhsatı alamıyor olması, fakat demokrasilerde çare tükenmeyeceğini belirterek bu mevzuya nokta koymak isterim.


Hülasa-i kelam, her kim ucuz, yemekleri güzel, manzarası şahane bir balıkçı arıyorsa kentimizde, hiç çekinmeden soluğu Kandilli Suna'nı Yeri'nde alabilir. Tüm beklentileri karşılanacaktır burada.

Ayrıca sevgili dostlar, insan böyle mekanlara gelip gözlerini Boğaz dikmeyecekse, ne halt etmeye bu şehirde yaşıyordur, onu da sorgulamak lazım.

Suna'nın Yeri
Adres: Kandilli İskele Cad. No: 17 Kandilli Mh.  
Telefon: 0 216 3323241

17 Eylül 2012 Pazartesi

Üçüncü Viyana Kuşatması - II

Şehirlerin ruhları, kendilerine özgü davranış ve sesleri vardır. Çoğu kez, yüzyıllar boyunca büyüyüp yeşermiş bu davranış ve seslerin içinde dolaşırsınız hayret ederek. İnsanı eski bir dost gibi kucaklayan sokaklarında gezinirken, binalarının tanıdık yüzlerine bakarken, açık kapılarından sızan gürültülerin tuhaf öykülerini dinlerken anlar kişi bunu. Kentler yaşayan, nefes alıp veren, sürekli bir yönden diğerine devinen devasa yaratıklardır.. Anlatacak öyküleri, dışa vuracak duyguları, çoğu zaman da sokaklarında dolaşanlara sunacak yüklü tarihleri vardır. Bunu almayı, anlamayı, duyup yaşamayı bilenlere ise o şehirlerin keyfini çıkarmak düşer.

Sözgelimi Roma bir kadındır; sevişmek, sevilmek ve okşanmak ister. Bazen birkaç duygu yüklü kelime ile yumuşak yumuşak girersiniz koynuna, bazen de hayvansal bir çiftleşme dürtüsüyle yatakta bulursunuz kendinizi. Roma sevişmeye çağırır sizi. Bu sebepten ötürü sokaklarında öpüşen, kuytu köşelerinde alt alta üst üste bedenlerinin keyfini çıkaran bir sürü insan görürsünüz.

Paris'in cinsiyeti ise anlaşılamaz, ama niyeti ortadadır. Paris aşık olmak ister. Bu şehrin asırlık binalarının taş yüzlerinde arsız bir aşk çağrısı vardır her zaman. Taş bir köprünün üzerinden geçerken, heybetli çiçek bahçelerinde dolaşırken, bulvarlardaki kahvelerde insanın içini ısıtan kahveleri içerken hep aşık olmak ister insan. Çoşku ve hedonist bir zevk girdabı içinde sevmek ve sevilmek ister.

Londra karanlıktır ve kesinlikle erkektir. Bugünlerde "multitasking" denilen, aynı anda pek çok işin altından kalkabilme yeteneğine sahip, kaotik bir uyumdan kuvvet alan, sürekli koşan, yorulmayan, zaman zaman debelense de hep dimdik duran bir adamdır o. Kurşun gri sokaklarında dolaşırken sizi elinizden tutar, tüm o hengame içinde hedefinize ulaştırır ve asla uyumaz, uyutmaz.

Evet dostum, peki ya yazının konusu Viyana kimdir o zaman? Sorunun cevabı çok açık. Yaşı biraz geçkin, hafif de yorulmuş, fakat her daim kendini yenileme yeteneğine sahip bir kadındır Viyana. İnsanın  onu bilmesi, anlaması, kollarına alması ve kandırması çok güçtür, zira deneyimleri ona insanoğluna kanmamayı öğretmiştir. Bu yüzden hüzünlüdür biraz. Lakin iyi bir şeylerin olacağına inanan ve iyimserliğini de koruyan bir yanı da vardır. O zaman anahtar tamlama şu olmalıdır :

"Romantik bir hüzün..."

Viyana sokaklarında dolaşırken bunu düşünüyorsun işte. Bu yaşlı imparatorluk başkentinde romantik bir hüzün kaplamış her köşebaşını. Bunun içinde iyimser bir sevgi ve aynı zamanda örselenmiş bir ruh mevcut.

İki defa iş güç için gitmiş ve tam bir turist gibi gezmiş de olsan, aslında bu kenti ziyaret edeceklere tavsiyen, amaçsızca, bir hedefleri olmadan, bir yere koşmadan, yetişme baskısında kalmadan, yanlarına aşık oldukları adam/kadını alarak, bu kentin sokaklarında yürümeleridir.

Mevsim fark etmeyecektir. Yanınızdaki kişinin elini tutun ve asla bırakmayın bu şehirde. Her köşebaşında öpün onu.Viyana sizden bunu beklemektedir.

Bu düşüncelerle, hüznünü katmerleyen yağmurlu bir havada dolanıyorsun sokaklarda. Belvedere Sarayı'nın ana kapısından girdikten sonra, aşağı ve yukarı Belvedere'i gezecek bir bilet alıyorsun. Her ikisini de gezmek lazım, ama esas olay yukarı Belvedere tarafında, zira Klimt sergisi bu yönde. Klimt hakkında uzun uzun konuşmak bu yazının konusu olmamalı sevgili dostum. Avusturya'nın en büyük sanatçılarıdan birisi ve Viyana'da hakkını vererek sergiliyorlar eserlerini. Burayı ziyaret edeceklere tavsiyen, mutlaka Klimt sergisini gezmeleri. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Gustav_Klimt) Bir de Fritz von Uhde (!) 'ye dikkat etsin gezecek insanlar. Kendi döneminin parlak bir sanatçısı olduğu her halinden belli bu adamın.



Lezzet durağı olarak da Plachutta'dan bahsetmek gerekir diye düşünüyorsun. Birden fazla şubesi olan, bazı Viyanalılar tarafından fast food mantığına yakın hizmet verdiği, fazla ticari olduğu, otantik niteliklerini kaybettiği için eleştirilen bir zincirin adı "Plachutta" . Sen burayı ziyaret ettiğinde olağanüstü memnun kaldığın, tadı damağında kalan Tafelspitz'i bugün bile anlatırken ağzın sulandığı için bu görüşlere katılmıyorsun. Plachutta müthiş bir yer. Ağustos ayında yaptığın ziyarette açık olan Wollzeile şubesine gittiğini belirtmen gerekiyor. Nussdorf ve Hietzing'de de birer lokanta olduğunu vurgulamak lazım.  İçeri girip oturduğunda kendini çok iyi hissediyorsun. Tertemiz, pırıl pırıl. Ahşap dekorasyon ve iç içe olmayan rahat masa düzeni mutluluk verici. Servis güleryüzlü, hızlı ve özenli. Viyana'ya gidecekler mutlaka Plachutta'ya uğramalı. Tek rahatsız edici yanı, belki İstanbul'daki bazı kebapçılarda olduğu gibi duvarlarında, mekan sahibinin "ünlüler" ile çektirdiği fotoğrafların olması. Bir de gidecek onlanlar şunu asla unutmasınlar, porsiyonlar çok büyük, çok doyurucu ve gerçekten enfes. O gün Plachutta'ya giderseniz başka bir öğün yemek zor olacaktır.




Mekanın favorisi Tafelspitz ise geleneksel Avusturya mutfağı yemeklerinden biri olarak karşısına çıkıyor insanın. Avusturya imparatoru Franz Joseph'in en sevdiği yemek olarak tarihe geçmiş bu lezzet. Basitçe ağır pişirilmiş dana eti olduğu söylenebilir. Hayvanın arka sırt tarafından elde ediliyor. Kök sebzelerle birlikte haşlanması sırasında salıverdiği suyundan et suyu çorbası yaparak yanında servis ediyorlar. Bu çorbanın içine erişte koyulması önerilebilir, tadı tamakta patlıyor adeta. Ispanak püresi, yabanturbu ile karıştırılmış krema ve kavrulmuş patates dilimleri de yanında sunulan ayrı lezzetler. Mutlaka yenmesi lazım.


Plachutta Wollzeile
1010 Wien, Wollzeile 38
Tel.: 01/512 15 77
Fax: 01/512 15 77 20

Saray bahsi açılınca Schönbrunn esas oğlandır Viyana'da. Tipik bir Avrupa sarayı olduğu söylenebilir bu ihtişamlı yapının. Birbinine açılan binlerce odası, devasa bahçesi, ağaçları, balkonları, labirenti andıran yapısıyla Schönbrunn'u gezmeden olmaz.



Sabah erken alıyorsun soluğu burada, zira sonradan çok kalabalık olacağını, kapıda kuyruklarda beklemenin sana pek tatsız geleceğini gayet iyi biliyorsun. Sarayın çok geniş olan ön avlusundan geçip içine girdiğinde, mecburen bir "guided tour" alarak kendini turun akışına bırakıyorsun. Ağırlıklı olarak Maria Theresia, Franz Joseph ve karısı Sisi'nin yaşamlarını anlatan bu gezinti seni ister istemez etkliyor, o zamanların saray hayatını düşlüyorsun. Pek de mutluluk verici görüntüler canlanmıyor gözlerinin önünde. İçinde nedense, sarayda yaşamanın çok sıkıcı olacağına dair bir izlenim peydahlanıyor bu gördüklerinden sonra.



Her neyse, yaşadığı dönemde dünyanın en güçlü kadınlarından birisi kabul edilen, Avusturya'da finansal ve eğitimsel reformları başlatan, ticareti ilerleten, tarımı geliştiren orduyu yeniden düzenleyen 18. yüzyıl Avrupa güç siyasetinde anahtar rol oynayan, gelmiş geçmiş en yetenekli hükümdarlardan biri olarak kabul edilen ve içlerinde Marie Antoinette ve II. Leopold'ün olduğu onaltı çocuk doğurmuş Maria Theresia'nın yaşam öyküsünü burada dinliyorsun.



Ardından, Avusturya tarihinin en uzun süre hüküm süren imparatoru Franz Joseph'in hayatı seriliyor gözlerinin önüne. I. Dünya savaşının çıkmasına sebep olmuş, Tafelspitz fanatiği bu imparatorun hayatını masa başında çalışarak geçirdiğini öğrenerek şaşırıyorsun. Tam anlamıyla bir işkolik olan Franz Joseph'in sabah beş gibi kalkıp masasına oturduğunu, onyedi saat çalışıp artık kafasını kaldıramayacağını anladığında yatağına gittiğini dinliyorsun tur sırasında.



Tabii Franz Joseph'in karısı efsanevi Sisi'yi de dinliyorsun bu gezintin sırasında. 1955 yılında Romy Schneider'in başrolünü oynadığı film geliyor aklına ister istemez. Franz Joseph'in hayatı boyunca sadık kaldığı bu anoreksik kadının zamane kadınlarından hayli uzun boylu olduğunu, saçlarının neredeyse dizkapaklarına gelecek kadar uzadığını, pek insan içine çıkmaktan hazzetmediğini, kocasıyla bile pek samimi bir hayatı olmadığını şaşırarak öğreniyorsun.

Bu güzel sarayın bahçesinde yürürken, nedense içinde yaşamış bu insanların mutsuz hayatları dolduruyor kafanı.

İkinci lezzet durağı ise bir klasik. Figlmüller... Viyana'ya giden her kişinin mutlaka tur kitaplarında yazanlara ya da eş dost tavsiyesine uyarak ziyaret ettiği bir lokanta. Nasıl mı bulacaksınız? Viyana'da kapısında kuyruklar olan bir yer görürseniz burası Figlmüller'dir. Bu denli basit yapmanız gereken.


Mekanın özelliği Viyana'nın en meşhur Schnitzel'ini sunuyor olması. Sen de söylenenlere uyup burada yemeği ihmal etmiyorsun. Çok sevdiğin bir arkadaşının deyişiyle yediğin Schnitzel "kafan kadar" neredeyse, tabağa sığmıyor ve tabak aldında görünmüyor. Lezzetine gelince, gerçekten pek güzel. İncecik, çıtır çıtır ve enfes. Ama nedense Pöschl'de yediğinden bir derece daha alt kalitede geliyor sana.


Viyana'ya  gideceklerin bilmesi gereken en önemli noktalardan birisi de bu. Gerçekten lezzetli ve kentin en meşhur Schnitzel'i burada yeniyor, ama en iyisi değil. Yanında bir bardak Grüner Veltliner ve servis ettikleri patates salatası gayet iyi gidiyor.

Figlmüller
Wollzeile 5, 1010 Vienna

Kentin sokaklarında yürüyüp lezzet duraklarını gezdikten sonra insanda takat kalmıyor. Gidip uyumak ve bir sonraki güne hazırlanmaktan başka yapacak bir şey yok şimdi.

Bir sonraki yazı, Zum Schwarzen Kameel, Motto am Fluss, Naschmarkt, Sacher, Cafe Zentral gibi birçok yeri anlatacağı için şimdiden sabırsızlanıyorsun...



5 Eylül 2012 Çarşamba

Üçüncü Viyana Kuşatması - I

Son altı ayda iki defa ziyaret ettiğin ve büyük keyif aldığın Viyana'ya adım atmayalı yirmi sene olmuş neredeyse. Bu zaman diliminde yaşlı imparatorluk başkenti değişmiş mi? Bilemiyorsun. Doğduğundan beri muzdarip olduğun, en kritik zamanlarda sana musallat olup hayatını feci bir kabusa çeviren bellek problemi burada da kendini gösteriyor. Zaten bu blogun yaratılmasındaki belli başlı sebeplerden bir tanesi de bu değil mi: Hatırlayamacağından emin olduğun yaşantıların henüz hafızandan silinmeden önce bir kaydını tutmak, sonra da dönüp dönüp bu kayıtların üzerinden geçmek.

Birinin sana bir zamanlar neler yaşamış olduğunu, büyük bir  karmaşa ile bezenmiş hayatının renkli ayrıntılarını bir bir anlatması, eski günleri yumuşak yumuşak anımsatması, geçmişle seni bir araya getirmesi gerekiyor. Beynin nedense kişisel tarihin için pek yer ayırmamış, o işlevi kullanmayı inadına reddetmiş, sanki seni büsbütün yarı yolda bırakmak için yemin etmiş gibi davranıyor senelerdir. Balık gibi yaşıyorsun deseler yeridir.

-Nerede yemiştik o güzel bifteği?
-Bilmiyorum
-Hani hava günlük güneşlikti de gömleğim sırtıma yapışmıştı. Ne zamandı bu?
-Anımsayamıyorum
-Nefis bir konser izlemiştik. Ne çalmışlardı?
-Hatırlamıyorum

"Yaşamınla ilgili ne anımsıyorsun?" diye sorduklarında, işte bu dialogları anımsıyorsun. Yani tek hatırladığın, neleri hatırlayamadığın oluyor aslında. İşte bu sebepten Viyana yazısı, daha yediğin Tafelspitz'in tadı damağında, Schnitzel'in lezzeti henüz belleğinde silinmemiş, Sachertorte'lerin mükemmel anısı henüz tazeyken yazılmalı ve ivedilikle burada yayınlanmalı.
Uzun uzun anlatacağın için de bir defa da değil, üç farklı bölümde sunacaksın Viyana'da edindiğin izlenimleri. Bu böyle bilinmeli. Bol bol, geniş geniş, kelimeler konusunda cimri davranmadan geçmelisin seyahatlerinin üzerinden.

O zaman başla:

Birinci yolculuğunda - ki Mart 2012 tarihine denk geliyor bu- İstanbul'dan lapa lapa kar yağarken kalkıp onbeş derecelik bir Viyana'ya gelmek yeterince şaşırtıcı. Göz gözü görmezken kalkan uçaklar seni tedirgin eder ezelden beri; yine de, havaalanında sabahın köründe içtiğin biraların verdiği aptal gülümsemeyle biniyorsun uçağa. İki saatlik bir uçuştan sonra ver elini Viyana. İkinci yolcuğun Ağustos ayında cereyan ediyor. İstanbul'da hava yapış yapış, sıcaklık handiyse kırk dereceyi, nem yüzde doksanbeşi gösterirken, bu defa Viyana'da serin, hafif kapalı, çok az da olsa yağışlı bir bahar havası karşılıyor seni. İstanbul ve Viyana'nı hava durumu konusunda asla yıldızı barışmayacak iki coğrafya olduğunu anlamana yetiyor bu deneyimler. Havaalanında taksicilerin yüzde doksanı Türk ve bu güzel. Yabancı bir şehirde yolculuk yaparken insan için taksicilerden daha iyi rehber bulunamaz, diye düşünenlerdensin. Doğal olarak Türk taksicilerle yolculuk etmek, sohbet ederek birçok şeyi öğrenmek açısından da faydalı oluyor.

Viyana'ya yaptığın her iki yolculuğunda da merkeze onbeş-yirmi dakikalık yürüme mesafesinde olan Schottenfeld'deki Hotel Falkensteiner'de kalıyorsun ve İstanbul'da Talimhane bölgesi otellerini andıran bu mekan sende büyük bir memnuiyet yaratıyor. Burayı hiç düşünmeden Viyana'da kalacak
yer arayanlara tavsiye edebilirsin.

Hotel Falkensteiner am Schottenfeld
Schottenfeldgasse 74
1070 Wien
T: +43/(0)1/526 51 81
F: +43/(0)1/526 51 81 160
(http://www.falkensteiner.com/en/hotel/schottenfeld)


Her şeyden önemlisi, otelde verilen kahvaltı çok dikkat çekici. İki yolculuğunda da, her sabah ihmal etmeden kahvaltını burada ediyor, güne doymuş, kendine gelmiş ve mutlu olarak başlıyorsun. Her türlü peynir, jambon, salam, sucuk gibi lezzetlerin arz-ı endam ettiği bu açık büfede en çok dikkatini çeken şey leziz sosisler. Damakta adeta infilak eden bu arzu nesnelerinden kabul edilebilir sayılarda yiyebilmek için her sabah kendini zor tutuyorsun. Bu otelde kalacaklara sabah kahvaltısını şiddetle önerebilirsin. Sosisleri es geçenlerden ise şüphe duyarsın bariz bir şekilde.

Otelden yola çıkarak Neustiftgasse ya da Burggasse üzerinden dümdüz yürüyerek doğrudan Museumsquartier'e yirmi dakikada gelip buradan istediği herhangi bir noktaya kolaylıkla ulaşabiliyor insan. Bu iki seyahatte bunu kaç defa yaptığını hatırlayamıyorsun doğal olarak.

Yemek meselesine gelince, sözü fazla uzatmadan itiraf etmekte fayda var: Dünyanın neresine giderse gitsin McDonald's'da yiyen, Paris'e gidip Starbucks'ta oturduğunu gururla anlatan kendini bilmezlerden tiksindiğin kadar, başka bir memlekete gidip kendini fusion lokantalarına atan, Avrupa'a başkentlerinde ısrarla Çin-Japon yemekleri peşinde koşan gafillerden de hazzetmediğini vurgulaman gerekiyor. Kısıtlı zamanda uluslararası mutfaklar peşinde koşmaktan ziyade, o memleketin yerel yemeklerinin izini sürmenin doğru olduğuna inananlardansın sen. Viyana'da ise yapılacaklar belli: Tafelspitz, Schnitzel gibi lokal mutluluklar ve bunları servis eden Gasthaus'lara gidilecek öncelikle.

Bu yazının sonunda gittiğin iki, gidemediğin bir mekanın ismini anmalısın.
Gittiklerin:   Grünauer, Pöschl (Eski Immervol)
Gidemediğin: Woraczicky

Grünauer çok bilinen bir yer değil, çünkü turist çekmekten kaçınan, hatta çoğu defa yabancılardan rezervasyon almayı bile reddeden enteresan bir Gasthaus. Burayı bilinen rehber kitapların çoğunda bulmak bu sebepte ötürü pek mümkün değil. Kaldığın otele çok yakın olduğu için de ayrıca hoşuna gidiyor bu lokanta. Hermangasse üzerinde, apartmanların arasında sıkışmış, dikkatle bakılmazsa girişini kaçırabileceğin türden bir yer ile karşı karşıyasın. İçeride bir "ev" havası var, sanki yaşanan bir evin salonundaymış gibi hissediyorsun kendini burada. Tahta masalar ve sandalyeler ve hayli bitişik nizam oturulan bir düzen göze çarpıyor. Yerel mutfak sevdalısı olmanın dışında, aynı zamanda otantik dekorasyon meraklısı kişiler için biçilmiş kaftan Grünauer. Eğer bundan 150 sene evvel Viyanda'da bir Beisl nasıl görünüyordu diye merak ediyorsa insan, buraya gitmesinde yarar var. İçerde mutlusun, Menü birkaç sayfadan oluşuyor ve okunması gerçekten güç bir el yazısı ile bezenmiş. Bu tarzın bir Gasthaus klasiği olduğunu sonradan öğreniyorsun. Yemekte klasik Viyana mutfağında olan her şey var. Sen bir "Schweinslungenbraten" yiyorsun. Domuzun en lezzetli yeri olduğunu söylüyorlar. Aklında kalan bu. Schnitzel tarzı pişirlmiş, birkaç parça et söz konusu burada ve tadı inanılmaz lezzette. Masada "Tafelspitz" de mevcut. (Bu yemeği ileride Plachutta'yı anlatırken detaylandıracağın ise şimdilik çok fazla yazmıyorsun)  Patates salatası ve tadı bizimkilere pek benzemeyen cacık türü bir yemek de masayı süslüyor. Bir şekilde "salatalık salatası" diye adlandırılbilecek, içinde yoğurt, salatalık, sarmısak olan bu karışımın tadı gerçekten enfes. Şarap olarak Avusturya klasiği beyaz şarap Grüner Veltliner indiriyorsun mideye. Yemek sonrası ise gırtlağını tatlı tatlı yakan bir Schnaps. Grünauer herkese tavsiye edebileceğin, gidilmeden önce mutlaka yer ayırtılması gereken, servisin inanılmaz derecede insan canlısı ve dinamik olduğu harika bir lokanta. Mart ayında gittiğin bu mekana Ağustos'ta da gitmek istiyor, fakat ne yazık ki bunu başaramıyorsun. Zira Ağustos ayında pek çok iyi mekan gibi burası da kapalı.

Adresi:

Hermanngasse 32 1070 Wien (7. Bezirk Neubau)

Pöschl ise enteresan bir yolculuğun sonunda bulduğun bir Gasthaus. İyi bir Schnitzel yemek için uygun mekanları soruşturduğunda sana verilen isimlerin başında Figlmüller ve Immervoll geliyor. Figlmüller inanılmaz turistik, kapsında turistlerin kuyruklar oluşturduğu ve bir sonraki yazıda anlatacağın bir mekan.  İmmervoll ise, tavsiye üzerine aradığın, bir türlü bulamadığın, fakat en nihayet isminin değiştiğini ve Pöschl olduğunu farkettiğin bir Gasthaus.Yanlış anlamadıysan mekanın ortakları arasında bir ayrılık gerçekleşmiş ve ismi değişmiş. Burada yediğin Schnitzel, yanında gelen patates salatası ve öncesinde mideye indirdiğin keçi peynirli, domatesli salata, hepsi müthiş. Kesinlikle tavsiye edilebilecek bir lokanta. Servis kalitesi iyi, aryan garsonlar ise görülmesi gereken tiplemeler.

Adresi:

Gasthaus Pöschl
Weihburggasse 1010 Wien (1. Bezirk - İnnere Stadt)

Woraczicky ise, bu konuda görüşlerine güvendiğin bir tanıdığının ısrarla belirttiği gibi çok iyi Gasthaus olarak anlatılıyor, fakat ne yazık ki buraya gitme fırsatını yakalayamıyorsun. Bunun başlıca sebebi öğlen yemeğini yediğin Plachutta'da fazlası ile doymuş olman ve akşam yemeği için Woraczicky'ye gidecek mecalinin kalmaması.
Diğer mekanlar ve seyahat detaylarını sonraki iki yazıya bırakarak burada veda ediyorsun.