29 Nisan 2014 Salı

Adana Yüzevler Kebapçısı

Gözlerini kapatmalısın. Uzatma işte artık. Yemek, yazmak, yaşamak, ihtiyaç bunların hepsi. Yaşarken güzel yemekler yemek ve bunları yazmaktan daha ötesi var mı peki? Senin için yok. Kafanın içinde tam gaz oynanan tiyatro kimilerine anlamsız geliyor belki. Belki de haklılar; boş şeyler düşünüp, boş işlerle uğraşıyorsun. John Lennon "Working Class Hero" şarkısında aynen şunu söyler: "They hate you if you're clever and they despise a fool"... Ne akıllı ne de aptal olmak işe yarıyor demek ki. Toplum ikisini de sevmiyor, ne yapıp ederek dışlıyor. Toplum dediğin canavar, ortayolcuları seviyor ezelden beri. Hele bu ülkede rüzgarın yönü sürekli değiştiği için, sivri fikirleri ifade etmek ciddi bir risk taşıyor. Kapatmalısın gözlerini, gereksiz bu düşünceler. Uzatma. Bir kitapçının ortasında, rafları işgal eden binlerce kitaba göz gezdiriyorsun. "İçindeki Devi Uyandır"  Miden bulanıyor. "Ben Başardım, Sen de Başarabilirsin" Ellerinde bir titreme. "Yaşamına Format At" Sert bir öğürme duygusu bedenini alayıp geçiyor. "İstemenin Gücü" Dizlerinde bir boşalma hissi peydahlanıyor. Sert bir tekme ile devirmek istiyorsun rafları. Kitapların önünde durmuş yumruklarını sıkmış halinle seni tuhaf karşılıyordur insanlar. Bir yerde hata yapıyorsun. Buse Terim'in blogger olduğu ülkede, çok acilen bu işi bırakman lazım belki de. Uğraşmamalısın. Bir yararı olmayacak büyük olasılıkla çünkü. Zaman makinesi icat edilmesi durumunda 25 sene önceye gider, ünversiteye tekrar girer, büyük olaslıkla diyetisyen olurdun. Ya da yaşam koçluğuna verirdin bünyeyi. Beyaz Türkler taksitlerini ödeyemedikleri cep telefonları ve kıçlarına büyük gelen lüks arabalar dışında diyetisyen ve yaşam koçlarına harcıyorlar en büyük parayı. Onlara fazla gelen paralarını alırdın bir güzel. Zengin olurdun, bir güzel semirirdin. Yemeyenin zaten zayıflayacağını ve gerçekten aptallık yapmayanın yaşamda başarılı olacağı gerçeğini bilip kendi kendine kahkahalar atardın kuytu köşelerde. Ama ne yazık ki zaman makinesi henüz icat edilmedi ve sen bir kitapçıda sinirlendiğinle kalıyorsun. İyi bir kebap yemelisin. Kendine gelmeni, unutmanı, beynini uyuşturmanı sağlayacak formül bu: İyi bir kebap ! Ama öyle lastik gibi, satırlara küskün, fabrikasyon bir et curcunası değil, satır tarafından anası ağlatılmış, içine kaliteli acı basılmış, şalgam suyuyla taçlandırılacak bir güzellik peşindesin sen.

Gözlerini Adana Yüzevler'de açıyorsun. Bir sürü yeşillik var masada; adeta çiçek bahçesi gibi. Soğan, roka, gavurdağımsı bir salata, tulum peyniri, lavaş. Doksanlar'da mıydı bu lokantayla tanışman? Göztepe'de hani. Sonra Etiler'e de geldi. Adana'ya gidip yediğinde hiçbir fark görmemiştin. Demek ki artık Adana'ya gitmeye gerek yok iyi bir kebap yemek için, diye düşünmüştün. İstanbul'a getirmişler Adana'yı. Gülümsüyorsun. Tıpkı döner mevzuunda olduğu gibi, memleket insanının kebap konusunda da ciddi bir uzmanlığı olduğunu biliyorsun. Şimdi "bilmemneredeki kebabı dene esas" gibi yorumların gırla gideceğini de biliyorsun. "Orası çok bozdu" gibisinden beylik yumurtlamaların önünün kesilemeyeceğini de biliyorsun. Aldırma gönül aldırma! Lahmacun geliyor mini mini... Utanmasan tek lokmada bertaraf edeceksin, ama kibar taklidini çok iyi yaparsın. İki lokmada lüp! Küçük pide için de geçerli. Son derece lezzetli, son derece bilinerek yapılmış güzellikler bunlar. Ama dur, abartma, doyma, kebaba yer bırak. Ayıp etme bu güzelliğe. Çöpşiş ve ciğer konuyor masaya. Sakinsin ama coşkulusun da. Bu çöpşiş ise eğer, her yeri pıtırak gibi işgal eden "Çöpçü" gibi lokantalarda verdikleri yemek nedir? Peki bu ciğerse, Canımciğerim gibi halkımızın favorisi mekanlarda yediğin nesneler ne menem şeyler? Bu açıklanmalı. O kadar güzel ki ciğer şiş, kendinden geçmene ramak kalıyor. Yağlı, diri, yumuşacık, öfkeli ve sakinleştirici. Anlaşılması zor. Lavaşın arasına sokuşturduğun kuzu çöpşiş ise bir zamanlar Selçuk'ta yediklerin gibi adeta tanrısal. Kendini o kadar zor frenliyorsun ki! Daha on porsiyon söyleyebilirsin bunlardan. Çatlayana kadar da yersin. Ama kebap geliyor ağır ağır. Acılı mı acılı. Evet Bostancı'daki Yusuf Usta'nın, Samatya'daki Ali Haydar'ın, Kurtköy'deki Özsu'nun kebapları çok güzel. Hepsini çok severek indiriyorsun mideye. Ama bu başka. Bu insanı insanlıktan çıkarıyor. Eğer bu kebapsa, Develi, Sahan gibi yerlerde verdikleri ne? Onlara başka bir isim koymalı. Sadece hangar gibi mekanlar açıp beyaz örtülü masalarla döşeyip, kapıda on kişiyle karşılama merasimi yapmakla iyi lokanta olunmuyor. Türkler iyi yemekten değil, iyi ağırlanmaktan hoşlanıyorlar ve bu sebepten adı geçen yerlerin seveni çok. Kebaptan bir çatal alıyorsun. Ağzından dağılmasına izin veriyorsun. O da kendini sunuyor sana. Sakin ve güvenli. Uzun bir geçmişi var ama o kadar genç ve enerjik ki. Acısı yerinde. Etin her bir dokusunu hissediyorsun. Kuyruk yağına tapanlar cemiyetininin müstesna bir üyesi olarak, bu yağın öyküsünü anlatmasına izin veriyorsun. Hafif sulu. Ben varım diyor bu et. Ben yaşıyorum diyor. Öfkelenme, yaşamana bak diyor. Ben senin terapistin olurum diyor.

Yerinden kalkıyorsun. Gerçekten sakinsin. Buse Terim mi? Çok uzaklarda şimdi. Müzeyyen Senar ve Zeki Müren'i canlı izledin, rakı içmelerini gördün bir zamanlar. Yüzevler'de kebap yedin, Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı 4-3 yendiği maçta tribündeydin. Biber gazı yedin. Iron Maiden'i seyrettin. The Beach filminin çekildiği kumsalı gördün. Belki de hayat o kadar kötü bir şey değil be arkadaş...

Adana Merkez : Ziyapaşa Bulvarı, Yüzevler Apt. Zemin Kat.No:25/A Seyhan/Adana
Telefon : 0322 454 75 13
Faks : 0322 459 47 37
E-Posta : iletisim@yuzevler.com.tr
Türk Telekom Arena Şube : Türk Telekom Arena Şişli /İSTANBUL
Telefon : 0212 287 01 01
Faks : 0212 287 01 01
E-Posta : arena@yuzevler.com.tr
Etiler Şube : Nispetiye Cad. No:10
Telefon : 0212 287 01 01
Faks : 0212 287 01 01
E-Posta : etiler@yuzevler.com.tr
Maslak Şube : Ahi Evren Cad. Nazmi AKBACI Tic. Mrkz. No:210
Telefon : 0212 346 21 71
Faks : 0212 346 21 74
E-Posta : maslak@yuzevler.com.tr
Göztepe Şube : Göztepe İstasyon Cad.No:17 Göztepe Kadıköy/İstanbul
Telefon : 0216 355 18 80
Faks : 0216 467 59 08
E-Posta : goztepe@yuzevler.com.tr

25 Nisan 2014 Cuma

Rotisserie Noir

Zaman zaman sinsice arkamdan, ya da düpedüz yüzüme karşı, hatta bazen salt sosyal medyanın bilindik enstrumanlarını müdanasızca kullanarak olumsuz, sert ve sivri dilli olduğumu söylüyorlar bazı kimseler. Hiç kimseyi beğenmiyormuşum ben. Genelde benim gibiler sadece eleştirirmiş. Aksiyon sıfırmış. Benden, "Dünyada ne harika şeyler oluyor", "Her şey sevmekle başlar", "Her sabah altıda kalkar sporumu yaparım, genç kalırım, gıdama dikkat ederim, acayip aktif bir yaşam sürerim", "Her şeyin başı pozitif düşüncedir, en iyiyi isteyin, çok çalışın, evrene mesajınızı yollayın, gerisi tevekkülle olur." gibi nefis cümleler bekliyorsanız, çok beklersiniz. Bu cümlecikleri günün her saati duyabileceğiniz, göz ve dudak kenarlarında sürekli gülümsemekten kırışıklıklar oluşmuş bir yığın yaşam ve iş gurusu var etrafta. Onlara koşun, kucaklayın bu güzide insanları, birbirinize moraller, vitaminler verin. Benimle işiniz olmaz beklentiniz buysa. Bu harika insanlar dışında bir de muhteşem "Y Kuşağı" var çevremde. "Parallel Processing" yapma konusunda üstüne olmayan, "multitasking"in kralı, her tezeğe yetişebilen, bilgi alma ve sınırsızca paylaşma uzmanı sevgili Y Kuşağı... Dikkat süresi üç yaşındaki kızımdan fazla olmayan, bence aynı anda birçok işi yapmaktan ziyade dikkat eksikliği hastalığından muzdarip bu internet bebeleri için yazdığım metinler fazla uzun kaçıyormuş. Daha çok görsel kullanımı önemliymiş. İnsanların vakti yokmuş. Türkiye gibi, insanların profesyonel iş yaşamında sabah sekizden akşam onbire kadar çalışıp %10 verimlilikle hiçbir işini bitiremediği, günde iki saat kadar sigara arası verip dedikodu ile günlerini harcadıkları bir ülkede, benim beş dakikalık yazılarım uzun geliyorsa sevgili Y Kuşağı... "İpimle kuşağım..." diye kucaklarım hepinizi. Biraz daha okumaya gayret edin, belki adam olursunuz günün birinde...


Alakasız girizgahlarımla meşhurumdur ben sevgili okurlar. Sert ve sivri dilli olduğumu kabul ediyorum, ama olumsuz ve karamsar değilim. Defalarca yazdım, iyi bir yemek beni kendimden geçirir. İnsan beğenmediğim de doğru değil, zira öve öve bitiremediğim birtakım mekanlar birilerinin elinden çıkıyor tahmin edebileceğiniz gibi. Bu anlattığım yerlerde emeği geçen kişilere büyük hayranlık duyuyorum. Yazacağım yazı da hoşuma giden, servis ve yemeklerinden genel olarak memnun kaldığım bir lokanta ile ilgili. Adı "Rotisserie Noir". Benim pek zaman geçirmediğim Bağdat Caddesi'nin üzerinde, hatta bir önceki yazımın konusu olan Le Pain Quotidien'in tam karşısında. Mekan küçük, hem açık hem de kapalı kısımları mevcut. Adından da anlaşılacağı gibi (noir) siyah ağırlıklı, bana pek de çekici gelmeyen bir dekorasyona sahip. Havalar iyi olduğu zaman, açık bölümünde oturup, güzel müzik dinleyip, son derece hoş yemekleri mideye indirerek Bağdat Caddesi ahalisinin gelip geçmesini izlemek için ideal bir konumda. Ziyaretlerine gittiğimde yemeklerin Fransız çevirme tekniği olan “rotisserie” usulü pişirildiğini, Rotisserie Noir’a gelen konukların, tercih ettikleri etleri sipariş ettikten sonra, seçilen etlerin özel aparatlarıyla rotisserie makinesine asılarak pişirildiğini, misafirlerin bu süreci bizzat izleyebildiğini öğrendim. Ayrıca Rotisserie Noir’ın rotisserie makinesinin de çok özel; el yapımı olduğunu, içindeki volkanik taşların ısınmasıyla ısıyı eşit olarak dağıttığını ve böylece etlerin dışı en iyi şekilde pişip mühürlenirken, içleri sulu kalarak pişildiğini de öğrendim. Servis son derece güleryüzlü, samimi ve hızlıydı. Bunu sevdim. Ayrıca menü de yüz sayfalık menülerden değil, gayet sade ve kolay karar vermenizi sağlayacak türdendi. Bu da ayrı bir güzellikti. Bir de çok pahalı olmadığını düşündüğüm fiyatlarla karşılaştım. Kasap Döner'de 200 gramlık porsiyon döneri 26 TL'ye yiyorsanız, Rotisserie Noir'da 39 TL'ye 200 gram antrikot yemek sizi üzmemeli sevgili okurlar. Menüye baktığımda günün çorbası ile başlayan bir akış gördüm. Caprese, soğuk et tabağı ve peynir tabağı ile devam eden soğuk başlangıçlar vardı. Enginar/kereviz ranch sos ile, fırınlanmış keçi peynirli bruschetta, trüf yağlı yumurtalı güveç, ananaslı tavuk roll, ayvalı etli roll, merquez sosisten oluşan sıcak başlangıçlar dikkat çekiyordu. Salatalar dışında, lokum, bonfile, antrikot, dana şiş, kuzu but, kuzu pirzola, 1/2 tavuk, sosis ve trio burgerden oluşan bir et menüsü mevcuttu. Etlerin yanınan fırın patates, tatlı patates, irmikli patates, kremalı ıspanak, fırın sebze, fırın makarna ve patates püresi alabiliyordunuz. Tatlılarda ise noir muz, nutella, ballı cevizli krema, noir ananas, noir ayva, portakal çikolatalı truffle ve cheesecake bulunuyordu.


Yemeğe soğan çorbası ile başladım. Kıvamlı ve hoş bir tadı vardı. Yine de memlekette bu çorbanın en iyi örneğini Paul'de içtim diyebilirim. (Paris'te ise Chez Andre denen o büyüleyici tapınakta.) Sonra keçi peynirli Bruschetta ve Merguez sosisi ile devam ettim. Keçi peyniri son dönemlerde en sevdiğim peynir ve Bruschetta'daki uyumu gayet güzel. Ama esas sosisi konuşmamız lazım dostlar! Merguez sosis Kuzey Afrika icadı, Fas ve Tunus yörelerinin gastronomi kültürüne kazandırdığı, acılı, çok baharatlı bir sosis cinsi. Burada acılı mayonez ile servis ediliyordu. Tadına doyamadım, lezzetini, ağzımda raksedişini unutamadım. Kibarca tanımladığında, sucuğa en yakın sosis cinsi Merguez sosisi denebilir. Tulumbacı lisanı ile ifade etmek gerekirse de "sucuğun yandan yemiş hali"dir (kaynak: ekşi sözlük). Bayıldım tek kelimeyle! Kesinlikle mekanı ziyaret etmeyi düşünen herkese şiddetle tavsiye ediyorum bu sıcak başlangıcı. İkram olarak getirdikleri kereviz de gayet güzeldi. Ana yemek olarak ise antrikot ve neredeyse son senelerde dönerden sonra en popüler Türk yemeği haline gelen "lokum"u denedim. Lokum idare ederdi, ama antrikot gerçekten ağzıma layıktı. Tam istediğim şekilde "ortamsı" pişmiş, yağlı, sulu ve "düve" etindendi. Çok keyif alarak yedim. Tatlılardan ise kızarmış muz geldi masaya. Nutellalı, kremalı ve çok ilginç bir şekilde patlayan şekerlerle süslenmişti. Bana kalırsa şekerlerin patlaması çok hoş bir animasyondu. Tadı ise bu kadar etten sonra insanın vücudunda bir denge kurmasını sağlayacak kadar tatlıydı. Muzun rotisserie makinesinde pişilmiş olduğunu öğrenmek beni ayrıca şaşırttı diyebilirim.

Bana kalırsa gayet iyi bir işletme Rotisserie Noir. O bölge insanını rahatlıkla çekebilecek ve uzun soluklu olma şansına sahip bir lokanta. Biraz daha bilinirliği artar ve adını duyurabilirse gelecek parlak olabilir.  Tüm kalbimle başarılı olmasını diliyorum.

Rotisserie Noir
No: 490 Bağdat Caddesi
Suadiye Kadıköy İstanbul
Tel: 0 216 445 15 05
http://www.rotisserienoir.com.tr

24 Nisan 2014 Perşembe

Le Pain Quotidien Suadiye

Bol yağmurlu bir havada parke taşı kaplı bir yokuşu zorlukla tırmanıyorum. Yaşlı ve yorgun bir kentin göbeğinde yorgunum. Adımlarım birkaç ay önce geçirdiğim bir sakatlıktan ötürü istediğim kadar hızlı değil. Brüksel...Sablon mu buranın adı? Bunun bir büyüğü, bir de küçüğü var galiba. Bilemiyorum. Tek bildiğim waffle kokan bir şehrin eski sokaklarını arşınladığım. Kayseri çoşkulu bir şekilde pastırma kokar, Amsterdam sakin sakin ot, Bankok ise tüm koşuşturması içinde buram buram zencefil; burası da belirli bir süre sonra insanın içini bayıltacak bir yoğunlukta waffle kokuyor. Depresif bir kentin dar sokaklarındayım ben, bu kesin. Bol bol çiğ deniz mahsülü indirmişim mideye. Leon'da midye yemişim, sokaklarda waffle'ların tadına bakmışım. Bir turistin gebeş gebeş yapması gereken tüm faaliyetleri aradan çıkarmışım. Hem bağışıklık sistemimin, hem ruh halimin şirazesi hafif kaymış bu sebepten. Aslına bakarsanız ardı arkası kesilmeyen tuhaf bir bira resm-i geçidinin ortasındaki hafif esrik halimden bir hayli memnunum. Bu kente ilk gelişim, çoğunu gezdim. Bir planım yok ve karşımda Le Pain Quotidien'i görüyorum. Tanıdık bir isim. İşin doğrusu, memlekette pek ziyaret etmediğim bir mekan bu. Kalyon'daki sentetik libido selinin içinde nispeten sakin duruşuyla arada kahve içmeye gittiğim, İstanbul'da açılan ilk şube dışında, bir de Buyaka'daki mekanda arada sırada oturmuşluğum var. Şimdi Brüksel'de karşımda. Yağmur yağıyor. İçeri giriyorum. Kalabalık. Masalar dolu. İnsanların keyifle tartine'lerini yediklerini, kocaman fincanlarından kahvelerini yudumladıklarını ve sohbet ettiklerini görüyorum. Keçi peynirli tartine'in tadına bakıyorum, bir de kahve yanında... Güzelmiş böyle yaşamak; ağır ağır böylesi bir yemeği yerken kaygısızca sohbet edebilmek. Brüksel'i daha çok seviyorum şimdi. Birbirinden alakasız Avrupa Birliği insanları, eskiliği, güzel kokan renkleri ve Le Pain Quotidien'de yediğim bu yemek yüzünden.

Bunları düşünerek gidiyorum Suadiye'deki lokantaya. Mekanist tarafından davet edildiğim zaman da hayli mutlu olmuştum. Oturuyorum hemen. Gurular yerlerini almış. Mekanı bize tanıtmak üzere oradan bulunan firma yetkilileri de. Bu tarz zincir lokantalar ülkeden ülkeye zaman zaman farklılık göstermek zorunda kalıyorlar doğal olarak. Örneğin Brüksel'de menünün hemen hepsi organik ürünlere dayandırılma iddiasındayken, Türkiye'de bu mümkün değil. Memleketimizde bu durum "mümkün olduğunca organik"e dönüşmüş durumda. Olsun! Öte yandan blogda yazdıklarımı takip edenler, sağlıklı yemeklerle olan ilişkimi çok iyi bilirler. Bir yemeğin sağlıkla dost olabilmesi için tadından feragat etmek zorunda olduğunu düşünen, tüm lezzetli yemeklerin zararlı olduğuna inanan, hayli etobur bir kimseyim ben. Dolayısıyla buraya beni çağırmak bir büyük risk taşıyan ve çok harika bir fikir olmayabilir işin doğrusu. Önyargılarla dolu dünyamda, enginar hücumuna uğramış bir menüyle beslenmek çok yerinde bir karar gibi görünmüyor. Yaptığımız sohbette, erkeklerin bu lokantaya bir miktar mesafeli yaklaştıklarını, zira buradaki sağlıklı ve sebze ağırlıklı ürünlerle doymayacaklarını düşündüklerini öğreniyorum. Daha çok kadınların uğrak yeriymiş Le Pain Quotidien. Sabit bir menüsü ve üç ayda bir mevsimin getirdiklerine bağlı olarak düzenledikleri ikinci bir menüleri daha varmış. Elimde tutuyorum bahsettiğim ikinci menüyü. Tüm yemekleri bir şekilde enginar türevi olduğunu görüp merakla inceliyorum. Önden bir tartine geliyor, yanlış anlamıyorsam domates ezmesi ve pesto sos sürülmüş, üzerinde fırınlanmış enginar parçacıkları ile. Ayrıca bir de zeytinyağlı enginar getiriyorlar, üzeride patates, havuç ve bezelye ile. Annemin yaptığı ve sevdiği gibi. Tadı gerçekten enfes, enginarın özenle seçildiği belli. Önyargılarımın silinmesine ramak kaldığını söyleyebilirim. Sonra bir paylaşım tabağı geliyor: Akdeniz tabağı sanırım. İçinde on numara bir humus, enginar ezmesi, kinoa, patlıcan ve parmesan var. Enginar ezmesi için yumuşak bir parantez açmakta yarar görüyorum: Biraz tuzlu olmakla birlikte çok lezzetli. Ekmeğe sürüp yemenizi öneririm.


Ana yemek faslı gelip çatınca, enginarlı "free range" tavuk Alfredo ve somonlu kinoa risotto denemeleri vuku buluyor masada. Bendeniz çörek otu bezenmiş somonlu risotto ile ilerliyorum. Çörek otu somon birlikteliğinin tuhaf uyumuna hayret ederken, yeni tanıştığım kinoa'ya çok şaşırmamakla birlikte, içine koyulan malzemenin tadını iyi taşıdığını fark ediyorum. Güzel bir ana yemek bu. Alfredo'nun ise çatal ucuyla tadına bakıyorum ve bana kalırsa hiç de fena değil. Keyifli ve sağlıklı bir yemeği, güzel tatlılar ve kahve ile sonlandırmak gerekiyor. Gelen tatlılar içinde kahveli ekler, çilekli tart ve brownie var. Eklerin bana kalırsa harika bir tadı var. Kahvenin işte böyle zaman zaman tatlıların içine muazzam bir rengi kattığını söylemek mümkün. Çilekli tart ise oldukça hafif ve iyi bir kahve eşlikçisi gibi geldi bana. Doğal olarak bu tatlıların yanında, o çok sevdiğim kocaman fincanlarında ("tasları" mı demeliyim?) sütlü kahve içiyorum. Kurulduğumuz kocaman "komünal" masanın, pek çok Le Pain Quotidien'de olduğu gibi bir öyküsü var. Fransa'daki tren raylarından dönüştürülerek yapılmış. Bunu öğrenmek beni çok şaşırtıyor, lakin bu zincirin geri dönüşüm konularına verdiği önemi de biliyorum. Örneğin Kanyon'da duvarda dikkat çeken rafların bir zamanlar ecza dolabı olarak kullanıldığı da bilinen bir öykü.

Yemeğin sonunda kendimi iyi hissediyorum. Üstelik zararlı da yemedim. Bu benim için yeni bir fikir açık konuşmak gerekirse. Farklı bir dünyanın değişik renklerini görmek, üstelik de bundan keyif almak güzel bir deneyimdi. Özellikle iyi bir kahve ve yanında tatlı için sık sık gideceğim bir yer artık Le Pain Quotidien...

Le Pain Quotidien Suadiye
Havacı Binbaşı Mehmet Sk Orter Apt. 
No:2 D:1, Suadiye/İstanbul 
Tel:0 216 416 5933

21 Nisan 2014 Pazartesi

Ali Haydar - Ikinci Bahar

"Ayılar bir sohbet, muhabbet, stres atma ve sevgi topluluğudur. Toplantılarda karamsar bir hüzne, iç kapayan sıkıntıya ve gereksiz depresyona yer yoktur.

·Ayıların temel gıdası süt beyazı RAKI’dır. Yaş üzüm rakısına mesafeli duran Ayılar, asgari müşterekte buluşmak adına Yeni Rakı’yı tercih ederler. Yeni Rakı bulunmayan yerlerde ise Kulüp, Kara Efe gibi erkek Rakıları içerler.

·Rakı içilirken, Aydın Boysan’ın yayımladığı Rakı İçme Adabı İlkeleri’ni aksine ilk kadeh hayvanca doldurulur, önce Rakı sonra su konur, ardından her fırsatta “Şerefe!” yapılarak bir Ayı’ya yaraşır şekilde süratle bitirilir.

· Rakıyı az koyan, az içen, içermiş gibi yapanlara kötü gözle bakılır, önce uyarılır, sonra kınanır gerekirse dışlanırlar.

·Ayıların temel buluşma yeri  MEYHANE’dir. Dersaadet’in gedikli tüm meyhaneleri artık Ayıları tanımıştır. Zira buluşma yöntemi, her ay başka bir Meyhane’de görüşmek, birkaç yıl sonra aynı mekana geri dönmektir.

· Ayıların temel müziği TSM’dir. Her nerede çalınıyor ve çaldırılıyorsa, önce “Lale devri Çocukları” istenir, sonra Münir Nureddin ve diğer babalardan istekler yapılır, makamlara aldırmadan hayvanca söylenir ve çevre masalar rahatsız edilmeden, garsonlardan uyarı almadan susulmaz.

·Ayılar her ay bir defa ve bir Cuma akşamı toplanırlar. Toplanma saati 19.30′dur. Geç gelenler masanın ucuna oturur ve muhabbetin biraz uzağında kalırlar.

·Ayılara katılırken kıyafete dikkat edilmesi, mümkünse takım elbise giyilmemesi, laptop çantası taşınmaması gerekmemektedir. Bunu yapanlar şiddetle kınanır.

·Ayılarda devama dikkat etmek şarttır. Belirli bir süre gelmeyenler, bir süre çağrılmayarak cezalandırılır. Sonra tekrar gelmezlerse listeden çıkarılırlar. Kimsenin gözünün yaşına bakmamak esastır.

· Ayılar senede bir defa (Temmuz ayında) Kumkapı’da Neyzen Restaurant’ta buluşurlar. Burada masa düzeni, kimin nereye oturacağı bellidir. “Enişteee!!!” çığlığı atıldığı anda gece amacına ulaşır, kafalar rahatlar.

· Ayılar senede bir defa tekne turu, Ada’da yemek organizasyonu yapmayı kendine amaç edinmiştir.

·Ayılar bir erkek eğlencesidir, kadınlara (kendilerine saygımız sonsuz olsa da) yer yoktur ve olmayacaktır.

·Ayılar bugüne dek İmroz, Turgut’un Yeri, Cavit, Yakup2, Zeytinli, Yaren, Madam Despina, Gedikli, Sofyalı, Hasbi, Güzelyer, Taşplak, Kallavi, Cibalikapı Balıkçısı, Boncuk, Bade, Zindan, Seviç, Palmiye, Degustasyon, Cumhuriyet, Elmadağ, Canbaz, Kör Agop, Neyzen, Refik gibi meyhanelerde buluşmuştur. Bu listede anılmayan meyhaneler de mevcuttur ve liste kabararak büyümektedir.

·Ayılara katılım teklif usülüyle olur ve üyeliği onaylanan kişiler deneme için birkaç defa çağrılırlar. Uygun bulunmaları durumunda üyelikleri kalıcı olur.

·Ayıların gittikleri mekanlarda yaprak ciğer, şalgam suyu, güzelinden fava ve envai çeşit meze mutlaka olmalıdır. Yine de “Mezeler bu kadar mı?” diye sorulacak, organizatör kardeşler yıpratılacaktır.

· Ayılar daima, gittikleri mekanda Bahtiyar isimli bir garsonun arayışındadırlar. Ama hiçbir garson bahtiyar değildir nedense.

·Ayılar hep başka ülkelerde ya da şehirlerde buluşmanın hayalini kurarlar. Oysa tek bir gerçek vardır: Ayılar bundan 20 yıl sonra Guetemala’da buluşacaklardır.

·Ayılar, her nerde içiliyor ve içirtiliyorsa içerler, yerler, sohbet ederler, fasıl yaparlar ve şu önemli gerçeği asla unutmazlar:  AYI olunmaz, AYI doğulur!!!

Bir Cuma günü, yakınınızda bir erkek grubu görürseniz, gürültüleri ve coşkuları sizi rahatsız ediyorsa ve tiplerine bakıp uyarmaya cesaret edemiyorsanız, bilin ki onlar AYILAR’dır…"

Senelerce önce yazılmış bu yazıyı okuduğumda, bu grubun yüzün üzerinde sefer buluştuğunu düşündüm.  100 buluşma ! Dile kolay... Yukarıda yazılı kuralları harfiyen uygulayan ve 2015 senesinin Ocak ayında 10. senesini kutlayacak olan ekibin bu ayki yemeği Samatya'daki Ali Haydar'da gerçekleşiyor. Bunu yazmalıyım diye düşünüyorum masada tek başıma beklerken. Daha güneş batmamış, daha vakit var, daha sakin etraf. Bu mekana hiç gelmemişim. Sebebini anımsayamıyorum. Hep istemiştim oysa ki. Ama demek ki, hep bir engel çıkmış. Oniki kişilik masanın ucunda yalnız olsam da, güneş batmamış olsa da, Samatya Meydanı'nda tuhaf bir hüzün dolaşsa da, rakımı dolduruyorum. Zaman gelmiştir Haydar! Ve Ali Haydar ile tanışıyoruz. Biraz endişeli geliyor bana. Gecenin ilerleyen saatlerinde, nevi şahsına münhasır bu adamın hep endişeli göründüğünü anlayacağım.


Ayılar birer birer sökün ediyor. Açık havada içmenin keyfi bir başka, püfür püfür esiyor. Bu sene iyi küresel ısınma yaptı, neredeyse sürekli oturduk böyla açıklarda. Yağmur riski de bertaraf olunca, kafalar rahat, gönüller esrik, muhabbet ayrı bir güzel oluyor. Bu muhabbete meze ekleyin biraz, hadi çekinmeyin. Baklalı, mercimekli, bezelyeli, patlıcanlı mezeler ilave edin ağzınızdan salıverdiğiniz kelimelere. İşte o vakit daha güzel olacak her şey. Yoğurtlu, cevizli, mayonezli, "Hanımın Mezesi"nden koyun üstüne. Azıcık damakta patlayan çiğ köftelerden karıştırın içine. Padişah efendimizin saltanat kayığına kurulması misali o güzelim marul yaprağına kendini bırakıveren çiğ köfteye emanet edin kendinizi. Korkmayın emin ellerdesiniz. Gavurdağı ile katmerleyin bu mutluluğu.



Kebaptır ama masanın esas efendisi, bunu da nakşedin dimağınıza. Rahat ve güvenli olun. Yemin ederim böyle terbiyeli bir şiş girmemiştir ağzınızdan. Bir de tavuk var o koca tabakta. Yemeyeni dövüyorlarmış. Bunu da unutmayın, tavuk sevmeyen, bu uçamayan kuşların arkasından konuşanlara bile tükürdüğünü yalatır cinsten bir meretmiş bu. Acılı kebap da satırdan çok çekmiş belli ki. Onu ağzınızda bir süre tutun ve sevin, okşayın dilinizle. Fıstıklı kebaba ise bir sanat eserinin önünde durup onu beyninize kazırmışçasına bir süre bakın. Sakin olun, kontrolü kaybetmeyin. Bir sanat eserini yemek, onu değerinden kaybettirmez, hemen ağzınıza atın sonra. Evirin çevirin, tadına varın ve düşünmeden midenize yollayın iyice çiğneyip. Eğer yemekle sevişmek mümkün olsaydı, Ali Haydar'da gelen bu kocaman karışık et tabağıyla halvet olunurdu bana kalırsa sevgili okurlar.


Keyfim yerinde, keyifler yerinde. Bir de fasıl heyeti damlamış masaya. Yapacak bir şey yok; gecenin bu saatinde fasıl heyeti geldiyse Lale Devri Çocukları söylenecek ve Samatya Meydanının dörtbir yanında duyulacak şekilde yapılacak bu. Her babayiğit hakkını alacak bu fasıldan. Kulakların pası silinecek, dillerin bağı çözülecek iyiden.

Ali Haydar endişelidir oysa ki. Nerden çıktı bu erkek kalabalığı anlatımını taşıyan bir hüzün bulutu dolaşmaktadır gözlerinde. Ufka bakarak dikilmektedir masaların arasında. Bu satırların yazılacağından bihaber, servis yapmaktadır masalara. Dışarıdan küçücük görünen lokantanın beklenmedik bir iç mekanı, bir de üstelik üst katı vardır yine beklenmedik şekilde.

Çaylar, kahveler içilir, bir yemek daha biter. Ali Haydar ile kafa tokuşturarak öpüşülür ve herkes dağılır.

Herkese iyi geceler...

Ali Haydar İkinci BaharHacı Hüseyin Ağa Mah. Samatya Meydanı Gümüş Yüzük Sok. No:6
Samatya Fatih/Istanbul
Tel:0 212 584 21 62    

17 Nisan 2014 Perşembe

Westside Cafe Bistro

"Hayat sürprizlerle dolu!" Dersaadet adlı devasa kentin insanı intihara sürükleyen trafiği, her geçen gün katlanarak çoğalan keşmekeşi, kişiyi yaşamından bezdiren ölümcül temposu, kirli havası, dibi görünmez suları, giderek daha anlayışsız ve saygısız bir güruha dönüşen sakinleri başımı döndürüyor. İstanbul'un tüm olumsuzluklarına durup dinlenmeden laf eden, şikayet etmekten bir saniye bile kendini alamayan, "bir gün alıp başımı gideceğim buradan" gibi klişe bir edebiyatı ağzına pelesenk eden, lakin bir türlü buradan ayrılamayan, ayrılamayacak, hep bu şehirde kalacak, buranın eğri büğrü sokaklarını arşınlayacak, lokantalarında tıka basa yiyecek, barlarında içecek, gri-mavi gökyüzüne boş boş bakacak,  pis havasını soluyacak, trafiğinde debelenmeye devam edecek, son kertede karamsar ve öfkeli bir insan topluluğu var çevremde. Bu kafası karışık topluluğun gururlu bir üyesiyim ben. Neden mi bağımlıyım İstanbul'a? Çok basit: Çünkü tüm olumsuzluklarına karşın her köşesi insanın aklını başından alan sürprizlerle dolu yaşadığımız şehrin. Bir insan sabah yataktan kalkıp "Hayat sürprizlerle dolu" diye cümlesine başlayabiliyorsa, bu büyük bir nimettir bana kalırsa. İstanbul'u eşsiz yapan da işte budur. Geçmişi, şimdisi ve geleceğiyle insanı şaşırtmaya devam eden eprimiş bir imparatorluk başkenti. Kendini her daim genç kız gibi hisseden yaşlı bir teyze. Gücünü ve insanı hayretler içinde bırakan ölümcül enerjisini kaosundan alan bir girdap. İstanbul bensiz, ben O'nsuz olamayacağımızı nice yıllar önce öğrendik. Barışığız birbirimizle. Nefretimiz aşkımızı besliyor, körüklüyor, yeşertip büyütüyor.

Bu kez sürpriz beni Göktürk denen şehir devletinde, "Westside Cafe Bistro" adında şirin mi şirin lokantada yakaladı sevgili dostlar. Uzun zamandır gelmemiştim İstanbul'un bu bölgesine. Sevimli bir fanus, giderek büyüyen korunaklı bir küçük "polis" Göktürk coğrafyası. Uzaktan bakan birisi için hayli Amerikanvari bir yaşam tarzı kucaklıyor burada ikamet edenleri. İşin içinde olanlar farklı düşünüyor olabilir tabii; ben ilk izlenimlerimin yarattığı kaygısız önyargılarımın yalancısıyım. Sokaklar düzenli, yer yer kalabalık, hafiften trafik var, ama birdenbire oturduğunuz site başlayıveriyor, adeta bir vaha gibi çıkıyor karşınıza, dünya ile bağınız kesilip, kendi aleminize dalıyorsunuz. Tüm binalar yeni, hiçbiri yüksek değil, apartman hayatı ve müstakil evlerin bahçeli mimarisi iç içe geçmiş; her yer lokantalarla, hem bildiğimiz markaların franchise'ları, hem de Göktürk'e özgü mekanlarla dolu. Kasabından kuaförüne, her şey elinizin altında, her şey ulaşılabilir. Bu mecrada, evinizden eşofman ile yürüyüşe çıkabileceğiniz, aynı anda tüm işlerinizi sıra ile halledebileceğiniz ve ardından, çevrenizi saran sayısız cafeden birinde bir "latte" içebileceğiniz şekilde kurgulanmış bir yaşam stili çıkıyor karşınıza. Gelmeyeli o kadar zaman olmuş ki, görünce başka bir kente geldiğimi zannederek ciddi bir şaşkınlık nöbeti geçirdim diyebilirim. Otuzbeş bin kişi yaşıyormuş bu güzide bölgemizde !

Bu kendine has yaşam alanınında Mekanist'in davetlisi olarak gittiğim Westside'da alıyorum soluğu. Bir ön araştırmam olmadığı için neyle karşılaşacağım konusunda en ufak bir fikrim yok. Bu güzel; zira şaşırma olasılığım cahilliğimle orantılı olarak artıyor her zaman. Bir şeyler bilerek yaptığım ziyaretlerde gol yeme ihtimalim hayli düşük. Ama şimdi durum böyle değil. Mekanist guruları ile birlikte mekanın sahibi Deniz Tunca'nın heyecanlı heyecanlı anlattıklarını dinliyoruz. Kendisi nüfus cüzdanında yazdığı gibi Türk olmasına karşın, dilimizi, yerlisi olduğu Amerika'dan İstanbul'a geldiği zaman öğrenmeye başlamış olduğundan İngilizce konuşmayı tercih ediyor. Yaptığı işi seven insanların sevimli enerjisi var onda. Dinlemekten keyif alıyor insan. Bilişim kökenli kariyerini terk edip kendini yeniden "icat ettiğini" ve bu işte karar kıldığını vurguluyor. Dinlerken böyle bir cesarete ve cürete sahip olan her insana duyduğum saygıyı ona da duyuyorum. İki sene olmuş burayı açalı. Lokantanın kendini dayandırdığı mutfağın Los Angeles yöresine ait olduğunu belirttiğinde, kaçınılmaz olarak, batı yakasının sağlık düşkünü, fit, bronz tenli insanları canlanıyor aklımda. Açıkçası bana uzak bir dünyanın renkleri var bu düşün içinde. Sohbete Deniz Bey'in eşi İpek Hanım da katılıyor.

İçimdeki merak, masayı donatan yemeklerin hunharca arz-ı endam etmesiyle yavaş yavaş dizginleniyor. Yine de, gelen her yemekte değişik hayretlerin içine yuvarlanmaktan kendimi alamıyorum. İncecik kesilmiş sarmısaklı patates kızartmalarının ne denli hafif olduğunu gördüğümde cidden şaşırıyorum mesela. Ya da muazzam bir sosla marine edilmiş tavuk parçalarının kaliteli acısı ağzımı yaktığında. Patatesten çok hoşlanmayan birine bu kadar çok patates yedirten mantığın pratikliğine hayran olmamak elde değil. Tavukların yanında gelen, içinde rokfor olduğunu tahmin ettiğim dip sosun içine patatesleri banarak konuşmaları dinliyorum. Sırada salata var. Üstelik de hindiba salatası. Vampirler için sarmısak neyse, benim için de hindiba türü acımtırak yeşillikler odur. Uzak dururum kendimi bildim bileli. Lakin bu salatanın içinde karamelize şekerli ceviz parçacıkları ve rokfor peyniri var. Bence enfes bir denge yakalanmış bu zıt kutuplar arasında ve ağzımızda rakseden salata başarılı bir "proje"ye dönüşmüş. Öte yandan Deniz Bey, en çok satan salatalarının keçi peynirli, ıspanaklı salata olduğunu belirtiyor; bunu da not düşmeden edemeyeceğim.



Sonra masaya tadımlık burgerler geliyor. Köftesi çok lezzetli, içinde erimiş cheddar peyniri de var, ama bence ekmeği diğer komponentleri biraz gölgede bırakabilecek kadar başarılı. Özel olarak yaptırdıklarını söylüyorlar. Gerçekten nefis. Tabağın kenarında, incecik kesilmiş, çıtır çıtır kızartılmış soğan parçacıkları da mevcut. Bunlar teklifsizce burgerin içine tıkmak suretiyle yeni lezzet çeşitlemeleri elde edip çocuk gibi seviniyorum.Bu sevincim daha bitmeden incecik bir pizza konuveriyor masamıza. Üzerinde adaçayı olan bu pizzayı keyifle yiyorum, ama daha gelecekler olduğu için abartmamak için kendimi frenliyorum.




Ve "lokum burger" geliyor sonra. Alp Artam'ın gözlerini yumma zamanı gelmiştir sevgili okurlar. Zira kendisi, bu tarz lezzet patlamaları karşısında biraz saygıdan, azıcık keyiften, bir miktar da şaşkınlıktan gözlerini kapatmayı adet edinmiştir. Etin yumuşaklığını mı anlatsa, ekmeğin lezzetinden mi dem vursa, etin miktarının fazlalığından duyduğu mutluluğu mu ballandıra ballandıra tasvir etse, bilememektedir.

KISA BİR SAYGI DURUŞU !

Tadımlık gelen bu lokum burgerin emsallerinden kat be kat daha iyi olduğunu düşünüyorum bu satırları yazarken. Tadı hala damağımda. Bunun büyük versiyonunu yemek için kalkıp 30 kilometre öteden Göktürk'ü şenlendirebileceğimi kavrıyorum usul usul.



Ve tatlı olarak son senenin Nutella çılgınlığının bir uzantısı olarak Nutella'lı börek ve fındık ezmeli, cupcake-brownie kırması bir tatlı geliyor. Brownie insanı değilim, ama çok beğeniyorum. Börek ise fena, çok fena bir şekilde aklımı başımdan alıyor.

Yemeğin sonunda çok iyi hissediyorum kendimi. Buraya kesinlikle tekrar geleceğim ve bahsettiğim bu yemeklerden mideye indirip mutlu-mesut evime döneceğim.

İstanbul ve Mekanist'in beni yine şaşırtması dileğiyle...

Westside Cafe Bistro
İstanbul Caddesi Telekom Sokak
Arcadium Çarşisı No: 3/7
Göktürk-Kemerburgaz 

16 Nisan 2014 Çarşamba

Kuzguncuk Balıkçısı


"Kimin başı sıkışsa, koşar Perihan Abla..." Bazen hiç anlam veremediği bir anda, bazı nakaratlar insanın kulağında yankılanmaya başlar. Perihan Abla dizisi...Her ne kadar klişeler ve tekrarlarla dolu olsa da, belki gerçekten mahalle kültürünü anımsattığı ve insanları geçmiş "güzel" günlere götürdüğü, ya da belki sadece tek kanala mahkum bir milletin mecburi seçeneği olduğu için Perihan Abla dizisi çok izlenirdi seksenli senelerde. Bugün, insanları aptallaştırdığına inandığım için hiçbir Türk dizisini seyretmeyen bendeniz, o yıllarda pek çok bölümünü izlemiştim Perihan Abla'nın. Alternatifsizlik dışında, bugünkü diziler gibi üç saat sürmediğini ve insanı bayıltmadığını da özellikle vurgulamam gerekiyor. Aynı dialogları her dizide duyar, çaktırmadan vurgulanan insani değerleri ve "ah ne güzeldi eski İstanbul'da yaşam" mesajını alır, mahalle hayatının canayakın, yardımsever, sadık ve dost canlısı dünyasının renklerine hayranlıkla bakar, yine kös kös içinde debelendiğimiz alışılmış apartman dairelerimizde karşı komşumuzu tanımadan, kimseye selam vermeden, kendi fanusumuzun içinde, hüzün ve yalnız yaşamaya devam ederdik. Hüzünlü senelerdi bana kalırsa seksenler. Her ne kadar Türkiye'nin büyük bir atılım yaptığı, dünyaya açıldığı, ekonomik kalkınma konusunda ciddi adımlar attığı, demokrasi konusunda ilerleme kaydettiği düşünülüyor olsa da, bana kalırsa, seksenli yıllar; kültür, insaniyet, saygı, estetik, yüksek beğeniler konusunda memlekette kalan son kırıntıların da yok edildiği, silip süpürüldüğü ve iyiden iyiye melez, renklerden yoksun, hırs ve şark kurnazlığının yarattığı bir hayat tarzının ortaya çıktığı bir dönemdir. Perihan Abla dizisi de, işte tam o senelerin göbeğinde, geçmişin basit ama dayanışma yüklü alt kültürüne özlemle bakan bir projeydi. Bu yüzden sevildi. Hüznün tam ortasında bir geriye bakış, bir dinlenme, bir iç çekmeydi belki de.

Sokak tabelasında "Perihan Abla" yazıyor. Ne tuhaf. Kafamı kaldırıp gülümsüyorum. Başka ne yapabilirim ki. Güneşli bir Nisan günü, daracık bir sokakta, sokağa kaygısızca atılmış bir masada oturmuşsanız ve sokak tabelasında "Perihan Abla" yazıyorsa, gülümsemek dışında ne yapabilirsiniz ki? Sigara içiyor olsaydım bu noktada bir sigara yakardım kesin. Neden bilmem, bu sigaranın Benson&Hedges olması gerekirdi. Elimde bir duble rakı, aklımda geçmişin tatlı büyüsü, önümde de beni teklifsizce kabul eden dost bir sokak olurdu. Marcel Proust misali "Yitik Zamanın İzinde" dolaşıyor olurdum. Kaybedilen gençliğime, boşa geçtiğine inandığım pek çok zamana, pişmanlık ve hüzünlerime hiç kafayı takmaz, geçen zamanda olup bitenleri, "oldukları" gibi kabul eder, yaşamın keyfine varırdım.

Gözlerimi açıyorum. Yine "Perihan Abla" yazıyor sokak tabelasında, şaka değil. Dizinin çekildiği sokakta , Kuzguncuk Balıkçısı'nın sahibi ve yemeklerinin mucidi Nükte Hanım'la güzel güzel sohbet ediyorum. Daracık sokağın üzerinde küçücük bir masa, masada bir balık çorbası, balık çorbasına daldırdığı kaşığı ağzına her götürüşünde gözlerini yumup keyifle sırıtan bendeniz... Çorbanın hammadesi mezgit de olsa, balık suyu kırlangıçtan üretilme olduğu için çok güzel bir tadı var. Çok seviyorum balık çorbasını. Oysa bu memleketin çocukları balık çorbasını sevmez, tarhana falan severler. Her ne kadar her yanımız deniz de olsa bu muazzam lezzeti anlayamayız biz. İçimden "Bin sene olmadı mı biz buraya geleli? Hala mı göçebeyiz?" diye bağırmak geliyor. Ama bunu yapmıyorum, zira çorbanın harika terbiyesi ve kırlangıcın büyülü fısıltıları beni sakinleştiriyor.


Kilise vakfına ait bir binada hizmet veriyor Kuzguncuk Balıkçısı. Kiliseye de çok yakın, dolayısıyla içki servisi yok burada. (Tıpkı Suna'nın yerinde olduğu gibi !!!!) İki katlı şirin bir bina; bir de asmakat şeklinde mutfak işlevi gören sımsıcak bir bölümü var. İnsan, mekanın içinde o "ufacıklık" duygusuna karşın kendini basılmış hissetmiyor kesinlikle. Rahat bir havası var, üç-beş masa yine. Ama tabii ki, şimdi sokağın üzerinde oturmuş olan bendeniz, bedenimi ısıtan Nisan güneşiyle içeri girmeyi gereksiz buluyorum. Dışarıda, biraz Kuzguncuk, azıcık da memleketin mutfak kültürünü harmanlayan bir sohbetin içindeyim. Kuzguncuk İstanbul'da ilk "gentrification" vakasının yaşandığı semt belki de. Perihan Abla dizisinin ardından buranın yaşayan profilinde ciddi değişiklikler boy göstermiş. Adeta Kuzguncuk "hatırlanmış" insanlar tarafından. Buralarda diziler çekilmiş, mimarlık büroları açılmış, küçük küçük lokantalar görülmeye başlamış. Kuzguncuk Balıkçısı'nın yerinde daha önce yine Nükte Hanım'a ait bir cafe mevcutmuş, sonra yerini balıkçıya bırakmış.

Nükte Hanım, insanların balık yemesi gerektiğine inanan biri. (benim gibi) Hiçbir yemeğin 25 TL'nin üzerinde olmadığı bir mekan açtığını, tüm deniz mahsüllerinin taze olduğunu, günlük hazırlandığını, hem öğle, hem de akşam yemeklerini hedeflediklerini söylüyor. Mekanın yeri çok merkezi ve ulaşımı kolay olsa da, arabanız varsa park edecek yer bulmakta güçlük çekebilirsiniz, benden söylemesi. Ben harika bir havada geldim, ama hüzünlü bir kış gecesinde buraya gelip içeride oturarak balık yemenin de güzel olabileceğine inanıyorum.

Güzel sohbetin ortasında masayı şenlendiren ikinci yemek paella. İspanyol mutfağının çok ateşli savunucularından birisi olmadığımı düşünüyorum bu yemek masaya doğru süzülürken. Evet, dünyada pek çok mutfağa göre, İspanyol yemeklerini tercih ederim, lakin İtalyan ve Çin'in kalbimdeki kemikleşmiş yerine hiçbir zaman ulaşamamıştır İspanyollar. Ama bu paella farklı! Bulgurdan yapılmış olması beni çok şaşırtıyor. Google kuşağının yorulmaz bir mensubu olarak bulgur-paella'nın nerelerde karşımıza çıktığını bir araştırıyorum. Türkiye'de pek yapılmadığını görüyorum hemen. Gavur ülkelerinde "poor man's paella" - "fakir adamın paellası" diye konumladıklarını görüyorum birkaç yerde. Bana kalırsa gayet gurmelere layık bir yemek olmuş bulgur paella. İçinde zerdeçal da var, tadını hemen alıyorsunuz. Deniz mahsülleri de cabası. Kum midyesi ve kalamarın tadını çıkarıyorum yerken. Bu yemeğin yanında sarışın bir biranın çok iyi gideceğini geçiriyorum aklımdan. Dengeli, hafif, insanın damağına saldırmayan bir pilsner ile birlikte bulgur paellanın tadına doyulmaz, diye düşünüyorum.


Hayat güzel ! Beni tanıyanlar bu cümleciği benden duymaya pek alışkın değillerdir aslında. Ama bugün yaşam güzel bir yanını gösteriyor bana. Demek ki gerçekten, kimin başı sıkışırsa, Perihan Abla koşuyor. Sorun kalmıyor, dertler uzaklaşıyor, tasalar ağır ağır bitiyor. Ama yemeye devam ediyoruz tabii. Kırlangıç geliyor masaya, mantarla danseden enfes bir şekilde pişirilmiş, tadı krallara layık. Kendimi daha da iyi hissediyorum. Karşıdaki ev yemekleri yapan Asude Lokantası'nın ve Ekmek Teknesi'nin Kuzguncuk Balıkçısı'na göre daha çok müşterisi var. İnsanlarımızın anlamadığı bir nokta olduğunu düşünüyorum bu saptamayı yaparken:

EV YEMEKLERİ EVDE YENİR!!!

Evde tencere yemeği pişmeyen, ağırlıklı olarak bekar erkek güruhundan oluşan bir topluluğun dışarıda tencere yemekleri yemesini anlayabiliyorum, ama her gün evde istediği gibi beslenen halkımın dışarıda da bu yemeklerin peşinde koşmasını havsalam almıyor. Kusura bakmayın, ama dışarı çıktığınızda bana kalırsa evde pişmeyen bir şeyler yemelisiniz sevgili okurlar. Öte yandan bu mekanların çok ucuz olmasından dolayı tercih edilme olasılıkları da mevcut. Bunu asla bilemeyeceğim, çünkü oralarda yemeyeceğim.

Kuzguncuk Balıkçısı'ndan büyük bir mutlulukla kalktım, bu yazıyı yazmaya koyuldum. Dilerim siz de salt yemek yiyerek mutlu olabileceğiniz bir hayat yaşarsınız.

İcadiye Cad. Perihan Abla Sok. 
No:3 Kuzguncuk, Üsküdar / İstanbul 
0 216 341 0144

Hacıbaşar - Ataşehir


İnsan, bir lokantaya ikinci defa neden gider? Bu sorunun cevabı kişiye göre değişiklik gösterecektir büyük olasılıkla. Ama "yemeklerin güzel olması", "servisin iyiliği", "mekan sahibinin tanıdık olması", "eve yakınlık", "arkadaşlardan o mekanı sevenlerin çokluğu" gibi sonsuz sayıda yanıt verilebilir bu soruya. Hepsi de, kişisel çerçevede ele alındığında doğrudur, çünkü özneldir, kişiye özeldir, tartışmanın anlamı yoktur. İnsan yaşla birlikte beğeniler konusunda liberal ve anlayışlı olmayı öğreniyor sevgili okurlar. Bendeniz sadece vejeteryan dostlarımla ve tavuğu ana gıda maddesi olarak gören insanlarla yemek konusunda fikir alışverişinde bulunmam. Diğer herkesi merak ve ilgiyle dinlerim. Demek ki, bazı sınırlamalarımızı yaş da gideremiyor. Her neyse, konumuza dönelim, bir lokantaya neden ikinci defa gidersiniz? Buna benim kişisel cevabım çok nettir: "Orada vazgeçilmez bir yemek bulduğum için !" Bunun anlamını açıklamadan önce belirtmem gerekir ki, eş dostun çağırması, seçeneksizlik, o an şartların öyle gerektirmesi gibi sebeplerden ötürü birçok tercih etmediğim mekana ikinci kez gitmek zorunda kaldım hayatım boyunca. Lakin ideal koşullarda, ben bir lokantayı, sadece kafamda yer etmiş, unutamadığım, lezzeti hafızama nakşolmuş tek bir yemeği varsa ziyaret ederim. Bu detay çok önemli. Yeni Lokanta ile ilgili yazdığım yazıyı anımsayın: Dokuz farklı yemeğin tadına baktım, yanlış hatırlamıyorsam ve hepsi çok çok lezzetliydi. Fakat bir tane büyük yıldız yoktu aralarında. Bu şartlar altında, Yeni Lokanta'ya ikinci kez gitmem için tek sebep, önem verdiğim birinin çağırması olabilir. Zira peşinde koşmaya değer bir yemek yemedim orada. 

Bunları neden mi yazdım? Dün akşam Mekanist'in davetlisi olarak gittiğim Hacıbaşar Ataşehir'de yediğim Van kavurması sebebiyle! Hayatımda yediğim en lezzetli etlerden birisiydi bu. İyi bir marinasyon sürecinden geçmiş, zeytinyağı, kara biber, kırmızı biber, tuz ve soğanla kaynaşmış, yumuşamış, ardından kuyruk yağında yarım saat kadar pişmiş incik etinden yapılan bu kavurma ağzımda dağılırken, ister inanın ister inanmayın, hayattaki tüm dertlerimi unuttum. Başka bir aleme yolculuk yapar gibi mutlu ve huzurlu hissettim kendimi. Hiç bitmesin istedim. İşte tam olarak da bu olağandışı lezzet sebebiyle, bu lokantaya mutlaka bir defa daha gidecek, sadece kavurma sipariş edecek, bir süre onu seyrettikten sonra hiç konuşmadan yiyecek ve hayal dünyasına dalacağım. Size de, sevin ya da sevmeyin, salt bu yemeği denemek için bile olsa Hacıbaşar'a gitmenizi tavsiye ederim. Kuyruk yağıyla bir derdiniz varsa size çok hitap etmeyecektir. Yine de ama gözü karartıp bu deneyimi yaşayın mutlaka derim. Aklımı başımdan aldı zira.

Öte yandan, mekanda sınırsız bir ikram sözkonusuydu katıldığım etkinlikte. Fıstıklı içli köftenin tadına baktım, kesinlikle ağır değildi. Acılı kebap, terbiyeli şiş getirdiler. Her ikisi de iyi bir standardı yakalamıştı. Acısı insanı gözyaşlarına gark eden türden değildi bana kalırsa. Patlıcanlı kebap servis edildi ve ritüeline sadık olarak közlenmiş patlıcanın içinin çıkartıp biber, domates ve kebapla birlikte bir dürümün içine koyarak keyifle yedik. Masada binbir çeşit salata mevcuttu, her şey taze ve güzeldi, ama hepsinden önemlisi masa çiçek bahçesini andırıyordu. Bu da çok hoşuma gitti. Acılı ezme, gavurdağı, patlıcan salatası ne eksik ne fazlaydı.

Mekanı işletme görevini üstlenen Selim Başar, gece boyunca masamızda yapılan işle, yemeklerle, aile geçmişleriyle ilgili birçok açıklamada bulunarak güzel bir sohbet edilmesine katkıda bulundu. Bir ara Hacıbaşar'ın kurucusu ve Selim Bey ve diğer yedi kardeşlerinin babası "Hacı" da masamıza gelip sohbet etti. Gösterilen ilgili ve internet yazarlığına verdikleri önemi son derece vizyoner bulduğumu belirtmeliyim. Mekan Ataşehir'in girişinde sayılabilecek bir konumda, hemen Acıbadem Hastanesi'ne gelmeden sağda ve vale servisi mevcut. 

Eskiden farklı şubelerindeki paket servislerinden istifade ettiğim ve ortalama bir lokanta olarak gördüğüm Hacıbaşar'ın kavurmasını yedikten sonra görüşlerimin değiştiğini vurgulamam gerekiyor. Burada alkol servis edilmediği için akşam yemekleri için gideceğim bir mekan değil. Ama öğlen yemeklerinde ve sırf o yemeği yemek için bundan sonra gideceğimi adım gibi biliyorum.

Siz de bunu yapın. En az bir defa !

HacıBaşar Ataşehir
Vedat günyol cad. No:24 Yolbulan PlazaAtaşehir - İstanbul 0216 575 19550216 573 16160216 572 1955
hacibasar@hacibasar.com

9 Nisan 2014 Çarşamba

Zencefil

Tuhaf davranışlarım, insanlara biraz sert gelen söylemim ve etobur tipimin gösterdiğinin aksine sebze ve meyveye karşı değilim ben. Tatlarını çok sevmiyorum belki, ama bu yiyeceklerin özellikle renklerine bayılıyorum. Yemeklerinizi ve mutfağınızı renklendirmek istiyorsanız, mutlaka bol bol sebze pişiriniz ve meyveyi diyetinizden hiçbir zaman eksik etmeyiniz. Ayrıca bu gıdaların sağlıklı olduğu da su götürmez bir gerçek. Sağlığına dikkat eden herkesin yolu, sebze-meyve kültüründen geçecektir elbette ki. Öte yandan, benim inancıma göre sebze, "esas" yemeğe tat veren bir şey ve yaşamımızda kaçınılmaz bir yere sahip. Vazgeçilmez adeta. Yer yer çok lezzetli de olabilir. (fakat beni de yeterince soğan sarmısakla pişirirseniz, ben de lezzetli olurum sevgili okurlar) Benim karşı olduğum esas mesele vejetaryenlik; bunu anlamışsınızdır. Ve sevgili dostlar, vejetaryenlerin harika felsefeleri, neden et yemedikleri ve diğer tüm safsataları gerçekten umurumda değil. Bu konuyu uzun uzadıya tartışacak değilim burada. Sevmiyorum ! Yeme-içme sözkonusu olduğunda benim hakkımda bilmeniz gereken iki mesele var: 1-Vejetaryenliğe karşıyım (çok sevdiğim sebzeobur arkadaşlarım var, yanlış anlaşılmasın, kavrama karşıyım, onlara değil.) 2-Tavuk bir yemek değildir. (Yine yanlış anlaşılmasın, tavuk yiyorum. Mecburen) Bu iki değişmez fikrim dışında, her ülkenin mutfak kültürünü ve her yemeğini denemeye varım, bana söylenecek her fikri önyargım olmadan kabullenmeye hazırım.

Neden mi böyle girdim lafa? Zencefil'i anlatacağım da ondan. Müdavimi değilim bu lokantanın, tahmin edersiniz, ama senede birkaç defa ziyaret edip farklı tatların keyfine varıyorum. Yukarıda yaptığım girizgahta sergilediğim düşüncelerimin aksine, çok da hoşuma gidiyor. Zaten yanlış anlamıyorsam Zencefil kendini sağlıklı yemekler yapan bir lokanta olarak konumluyor, bir vejetaryen mekanı olarak değil. Zira burada tavuklu yemekler mevcut. Yalnız gördüğüm kadarıyla kırmızı etin esamesi okunmuyor, lakin bu konuda detaylı bir tahkikat yapma girişimim olmadı bugüne dek. Yine bendeniz, her zaman yaptığım gibi, mekanın bende yarattığı izlenimleri sizinle paylaşmakla yetineceğim, dört başı mamur bir "background" araştırması yapmayacağım. Okuyup nasıl hareket edeceğiniz, her zaman olduğu gibi yine size kalmış.

Doksanlı yıllardan aklımda kalan bir görüntü var: Büyükparmakkapı Sokak'ta sağlıklı yemekler yapan lokanta. Bu mekanın adı Zencefil miydi? Başka bir şey miydi? Gerçekten, süngere dönmüş beynim ve çoğunu kaybettiğim gri hücrelerimle bunun yanıtını vermem pek mümkün değil. Günümüzde Fransız Kültür ile Aksanat arasındaki sokaktan gidip sola saptığınızda karşınıza çıkan Kurabiye Sokak'ta ziyaret ettiğim Zencefil'in atası, seneler önce Hayal Kahvesi'nin civarında yemek yediğim yer miydi? Bunu gerçekten bilemiyorum. Bilenler bu soruyu cevaplarlar herhalde. Anımsadığım: Zencefil, önce Kurabiye Sokak'ta karşı şeritte bir dükkan iken zaman içinde yer değiştirdi ve bugünkü konumuna yerleşiverdi. Daha öncesi hayli flu bir görüntü sergilediği için emin olamıyorum.

Zencefil'in bahçesine hastayım; özellikle küresel ısınmanın ortadan kaldırdığı kış mevsiminin yerine İstanbul'u etkisi altına alan limonata kıvamında daimi bahar, bu bahçeyi sürekli kullanılır hale getirdi. Orada oturmak, rengarenk boyalı tahta masalara, sandalyelere bakmak, tuğla duvarları incelemek, sokaktan gelip geçenleri diziklemek büyük bir keyif. Ayrıca mekanın içi de insanı sarıp kucaklayan bir samimiyet taşıyor. Bir önceki yazımda Sırçacı 14 hakkında söylediklerime benzer birkaç kelimeyi de burası için sarfedebilirim rahatlıkla. Sıcak ve dost canlısı bir görüntüsü var. Bu görüntüyle yüzseksen derece zıt bir servis anlayışı olduğunu söylersem şaşırırsınız büyük olasılıkla. Ama öyle!  Garsonların suratları az önce bir cenaze kaldırılmış gibi bir ifade taşıyor. Sessiz, sakin, üzüntülü ve mutsuzlar. İnsan ister istemez "sürekli sebze mi yiyorlar?" diye düşünmeden edemiyor.Çünkü ben sadece sürekli sebze yiyenlerin bu kadar üzüntülü olabileceğine inanıyorum.

Neler mi, yedim? Bir defa çorba insanı olmamdan mütevellit, her gidişimde günün çorbası neyse sipariş ediyorum. Ezogelin ve tarhana aklımda kalanlar. Ezogelini keyif alarak içtiğimi, ama tarhanın akıllara zarar olduğunu söyleyebilirim. Mercimek köftesinin başarılı olduğunu vurgulamak lazım. Bu meret her yerde yenmez bana kalırsa, ama Zencefil'de tadına bakılabilir. Öte yandan pırasalı kiş denen yemekleri gerçekten on numara sevgili okurlar. Alp Artam ve pırasanın aynı cümlede olması her ne kadar "oksimoron" gibi dursa da, bayıldım, gerçekten beni benden aldı yerken. İçindeki peynir, beşamel sos, pırasanın uyumu ve kıvamı unutulmazlar arasına soktu bu yemeği. Yine pırasalı tavuk, benzer bir üslupla yorumlanmış,her şeyi kararında bir yemekti. Bu ikisi ile karşılaştığınızda gözünüz kapalı sipariş edebilirsiniz bana kalırsa. Bunun dışında Ege yahnisi denen, enginar ve börülceden müteşekkil yemeğin tadına baktım. Zeytinyağlı familyasından ve açık konuşuyorum, insanı hayatta soğutan bir tadı vardı. Zaten bir kaşık aldım. Bu blogun sayfalarında hiç benden duymadınız bunu ama, gerçekten "nefret ettim". Mekanda pazılı köfte, rezeneli kuru fasülye, fırında ıspanak, kerevizli bulgur, halep dolma, nohutlu aş gibi yemeklerin yanı sıra, sağlıklı soslarla üretilmiş makarna türü yiyecekler de mevcut. Daha önceki gidişlerimde bu "pasta"lardan tatmış ve beğenmiştim. Rahatlıkla yiyebilirsiniz. İçecek olarak zencefilli limonata ve zencefil birası denedim, birada pek iş yoktu açık konuşmak gerekirse, ama limonata güzeldi.

Son olarak iki not:

1- Anlatığım kadarıyla lokantanın politikası yemeklere hiç tuz koymamak. Bunu eleştirmemek lazım bana kalırsa. İlk lokmayı alınca şaşırmayın.

2- Yazının başında "sebze ve meyveleri renklerinden ötürü seviyorum", diye belirttiğim kısım tabii ki bir şakaydı (Anlayamayanlar için)

Sözün özü, sevgili okurlar, çok güzel bir mekan, asık suratlı çalışanlar, nispeten yüksek fiyatlar, bazen insanı öğürten, zaman zaman da hayran bırakan yemeklerden oluşan tuhaf bir bulamaç sizi ilgilendiriyorsa buraya gidin.

Zencefil Cafe
Kurabiye Sk. No: 3 Beyoğlu




8 Nisan 2014 Salı

Sırçacı 14

Beklenmedik karşılaşmaları seviyorum. Yaşamın tekdüze bir akış içinde tahmin edilebilir parçalardan oluşması, açık konuşmak gerekirse, berbat bir rehavetin içine sürüklüyor insanı. Bu bağlamda, kuzey Avrupa coğrafyasının aşırı “medeni” ülkelerinin bir miktar sıkıcı olabileceği inancındayım. Çok şükür sokaklarını arşınladığımız bu kent ve vatandaşı olduğumuz bu ülke, ademoğlunu şaşırtmak konusunda hiç de fena değil. Her geçen gün, ne yazık ki, bir tuhaf olaylar silsilesi ve girdabı içinde debelenerek yolumuzu bulmaya çabalıyoruz. Dikkatimizi ayakta tutan bir yer burası. Alışılmadık yaratıcılıkların, şaşırtıcı bir şekilde hep kötü niyetle kullandığı bir toprak parçası. Hep aynı düşünce dolaşıyor kafamda: Eğer bu millet yaratıcılığını futbol sloganları, seçim hileleri ya da dolandırıcılık dışında bir konuda kullanmayı adet edinseydi, bugün mucizevi bir noktada olurduk. Bu potansiyel bizde mevcut zira. Ama gelin görün ki, şark kurnazlığı konususunda doktorasını verip, medeniyet anlamında ileri gitmekten zerre kadar nasibini almamış bir topluluğa dönüştük son senelerde. Bu ahval ve şeraitte, tabii ki bendeniz, güzel bir “şey”ler görünce mutlulukla bunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Malesef güzellik, estetik, lezzet, zevkli olma, keyfi amaçlama, her ne yapıyorsan doğru ve iyi yapma gibi kavramlar yerlerini; ortalama olmak, sıradanlaşmak, idare etmek, az çalışıp çok kazanmak gibi düşüncelere bıraktı. Estetik ve keyif  gibi hayatı yaşanır kılan yaklaşımlar bu memleketin içinde çok az rastlanır hale geldi. Binlerce lale diken, bunu çevrecilik zanneden, ama öte yandan onbinlerce ağaç keserek arsa kapatan bir yönetim anlayışının insancıl olmak ve hayatı keyifle yaşamaktan anlamaması çok normal geliyor artık bana.

Bu tehlikeli ve bunalıma kesen ruh halinde, sığınabileceğim korunaklı limanların arayışı içindeyim nice zamadır. Güzel yemekler yiyerek, sosyal ve basılı medyadan mümkün mertebede uzak durarak, uzun zamandır listemde bekleyen iyi ve doyurucu kitapları hatmederek, bana keyif veren müziklerle ruhumu besleyerek kurtuluşu bireysel bir şekilde arıyorum.

İşte az sonra benim gözümden okuyacağınız “Sırçacı 14” de, kısa bir sure once, güzel bir sohbet eşliğinde keyifli bir yemek yediğim, aklımda tümüyle olumlu bir izlenim bırakmış, ziyaret edilmeye değer bir lokanta. Bir zamanlar ailemle sık sık kahve içmeye geldiğim Yeniköy’deki Passion’un yerinde kısa bir sure once açılmış. Beklenmedik bir şekilde karşısına çıkıyor insanın. Yerini bulmak aslında gayet kolay. Yeniköy sahili boyunca ilerleyin, Sarıyer istikametine doğru giderken, Avusturya Konsolosluğu’na gelmeden once sol tarafta kalıyor. Vale servisi var, lakin bilenler bilir, Yeniköy bölgesi park yeri bulma anlamında çok kısır bir yer değil. Araba ile geliyorsanız büyük bir sıkıntı yaşamayacağınızı düşünebilirsiniz. Mekanın ismi ise sokak adı ve kapı numarasından geliyor; bunu ilk başında anlamak biraz zor olsa da.

Bence Sırçacı 14’ü ilk defa ziyaret eden bir insanın söyleyebileceği ilk kelime, büyük olasılıkla “sıcak” olmalı. Çünkü sıcak ve size sarıp sarmayalan bir dokunuşu var bu lokantanın. Kendinizi yabancı bir yere gelmiş gibi hissetmiyorsunuz kesinlikle. Bazı mekanlar vardır, kapıdan girdiğinizde gerek müdavimlerin sorgulayan bakışları ile savaşmak, gerekse dekorasyonda size saldıran bir ağırlıkla cebelleşmek zorunda kalırsınız. Bir alışma süresi gerektirir bu tip yerler. Adaptasyon aşamasnı atlattıktan sonra kendinizi rahat hissedip yemeğinizi yemeğe koyulursunuz. Sırçacı 14 ise hiç bu tarzda bir lokanta değil bana kalırsa; hemen uyum sağlayıp, sanki kırk yıldır müşterisiymişsiniz gibi bir duyguya kapılıyorsunuz içeri girer girmez.

Bu çok hoşuma gitti. Bu sıcak ortamı yaratan unsurlardan bir tanesi de çalan müzikler kuşkusuz. Bir “Mekanist” etkinliği için gittiğim işletmenin sahipleri, kurumsal iletişim ajansı yetkilileri ve işletmecileri ile gerçekleştirdiğimiz sohbette D.J. konusuna çok önem verdiklerini özellikle vurguladılar. Mekanın bir “pre-club” olarak da tasarlandığını, dolayısıyla gece geç saatlerde gidilen club’lar öncesinde uğranıp enfes kokteyllerin tadına bakılabilecek ve güzel müzik dinlenebilecek bir atmosferi olduğunu da öğrendim bu konuşmalar esnasında. Bu son bahsettiğim konu benim meraklarımın biraz dışında kalıyor sevgili okurlar, ama yine de bilginiz olsun istedim.

Keyifli bir geceydi, güzel insanlar tanıdım, iyi yemekler yedim. Üzerinden biraz zaman geçmesine bağlı olarak, en ince detayına kadar anlatamayacak olsam da, aklımda yer etmiş olan yemeklerden bahsetmek istiyorum. Gecenin yıldızı somon sufleydi bana kalırsa. Tadını unutmak mümkün değil. İçinde erimiş gravyer peynirinin olağandışı tadını da. Sufle ve somon kelimelerini aynı tamlama içine yerleştiren zihniyeti de ayrıca alkışlamak isterim. Çok hoşuma gitti.

Ağzımda yakın bir lezzet infilakı yaratan mücverden de bahsetmeden edemeyeceğim. Çok yoğun bir kıvamı ve unutulmaz bir lezzeti vardı. Ayrıca yediğim dil şiş, o güne kadar mideye indirdiklerim içinde en iyisiydi ve adeta ağızda dağılıyordu. Getirdikleri incik, içinde peynir erimiş mantarlar, zeytinyağlı ricotta peyniri (yanlış anımsamıyorsam) bana kendimi çok iyi hissettirdi. Bütün bunların üzerine tobleronlu cheesecake yedikten sonra iyiden iyiye patlama durumuna gelsem de, çok hoş duygularla ayrıldım mekandan. Yemeklerin yanında tatmamız için getirdikleri kokteyller de, araba kullanmadığım bir günde olsaydım gerçekten çok lezzetliydiler.

Sırçacı 14 günün her saatini yaşamak üzere tasarlanmış bir mekan bana kalırsa. Burada kahvaltı edebilirsiniz, öğlen ya da akşam yemekleri yiyebilirsiniz. Sevgilinizle, arkadaşlarınızla ya da çoluk çocuk gidebilirsiniz. Hatta gecenin bir saatinde harika müzikler eşliğinde içmek için gidebilirsiniz. Konumu da, dekorasyonu da, yemekleri de gayet iyi.

 Yolunuz düşerse mutlaka denemeniz dileğiyle.


Yeniköy Mahallesi, Köybaşı Cad. No:60 SarıyerTel:0212 299 50 16