21 Mart 2012 Çarşamba

Birtat Et Lokantası


Gün geçmiyor ki yaşadığım kente ne kadar yabancı olduğumu bir defa daha göreyim. Puslu bir gecede, Selimiye kışlası ile Camii arasında, araba trafiğine kapalı, parke taşı kaplı bir yolda, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan lokantanın tuhaf öyküsüdür okuyacağınız.

Daha önce bir arkadaşımdan duyduğum, açık konuşmak gerekirse de sürekli ertelediğim bir teklifti Birtat Lokantası'na gitmek. Sakindim o gün. Ne hayattan, ne de yiyeceklerimden beklediğim çok fazla bir şey yoktu. Zira eğlence mıntıkalarına konuşlanmış meyhane ve lokantaların gediklisi olan bendeniz, mahalle arasında olan bir işletmenin bana sunabilecekleri konusunda pek ümitli sayılmazdım. Çok yanılmışım! Ayrıca bu önyargıyla hareket ettiğim için de çok cahilce davranmışım bugüne dek, zira en büyük sürprizler, bu mahalle aralarındaki mekanlarda gizliymiş.

Hava pusluydu, evet, vakit erken olmasına karşın sokaktan gelen geçen yoktu nedense. Üç boyut tamamdı belki, ama zaman durmuş, ben ise seneler evvelinden kalma soluk bir fotoğrafın parçası haline gelmiştim. Altunizade coğrafyasının hummalı trafiğini geride bırakalı çok olmuş, Nuhkuyusu Caddesi boydan boya geçilmiş, Karacaahmet ortalarından bir yerinden acımasızca yarılmış, Selimiye Kışlası'na doğru uzun ve ince bir yol yürünmüştü. Kışla sessizdi. Sanki tüm insanlığı etkileyecek büyük bir şey olacaktı da, ondan önceki sessizlik kol geziyordu sokakta. Cami küskünce kapısını kapatmış, heybetli varlığı ile yanıbaşımda dikiliyordu. Caminin yan kapısının az ilerisinde, "Kimlik gösterin!" yazan, kışlanın girişine işaret eden bir tabela vardı.

Sokak ıssızdı. Terkedilmiş gibi görünen evlerin ışıkları yanmıyor gibi geldi bir an. Kimler yaşıyordu acaba burada? Çıt çıkmıyordu. Bu sessizliğe saygı göstermem gerektiğini biliyordum. Kimlik göstermem de gerekmiyordu. Kimlik soran kimse yoktu çünkü. Adeta sokağa bir bomba atılmış, tüm insanlar yok edilmiş, sadece binalar kalmıştı geriye. Ağır ağır yürüdüm. Sokakta ışıkları dikkatimi çeken tek binaya doğru ilerledim. Birileri yaşıyor olmalıydı oarada. Kaçınılmaz olarak, tabelasında "Birtat Et Lokantası" yazan dükkanın önünde durdum. Camın önünde asılı olan Türk bayrağına bakıp bir süre dikilerek gülümsedim. Kapıyı zorlukla iterek açtım.

Sessizdi içerisi. Masaların yarısı boştu, diğer yarısında ise yalnız başına oturan dertli adamlar demleniyorlardı. Yine kendimi eski bir fotoğrafın parçası gibi hissettim. En azından birilerinin bu sokakta yaşam belirtisi gösteriyor olması iyi geldi. Yerime oturduktan sonra, yaklaşık yarım saat içinde bana melankoli ve kasavet mıntıkası gibi gelen bu lokantanın kapıdan akın akın gelen insanlarla dolup taştığını görüp hayrete düştüm. Kapıdan çevrilenler vardı, yerlerini daha önceden ayarlamış müdavimler, ülke meselelerini tartışan dertli tasalı abiler, üniversiteden fırlayıp gelmiş gibi duran genç kızlar vardı. Küçük bir televizyonun önünde büyülenmişçesine ekrana bakan yalnız başına bir adam da vardı içeride, kalabalık bir masada kahkahalarla gülen tombul bir teyze de...

Hava bulutluydu (!) Birtat Lokantası'nda... Masaların arasında dolanan deneyimli garsonlar kadar neşesi, konuşkanlığı ve canayakınlığı dikkat çeken mekan sahibi ile sohbet ettim. İlk defa geldiğimizi ve her şeyden tatmak istediğini söyledim. O zaman rota belliydi:

Önce biraz soğuk meze, ki fava (hafif zeytinyağlı), yoğurtlu ve cevizli kereviz, şakşuka, söğüş salata, beyaz peynir, börülce süsledi masayı. Hepsi çok güzeldi. Mideyi rahatsız etmeyen, insanı tıkamayan porsiyonlarla servis edilen, tam da meyhane düsturuna uygun yemeklerdi.


Sonra patronun muazzam bir seçkisiyle bombardıman başladı. Önce ciğer geldi masaya. İçi pamuk gibi, dışı iyi pişmiş, inanılmaz bir lezzetti. Geldiği anda bittiği için bir defa daha sipariş edildi. Yine yağmalandı. Hemen kafamda Çukur Meyhane, Gedikli, Hatay ve Asmalı Cavit'te yediğin ciğerlerle karşılaştırdım bunu. Farklı bir kategoride gibi geldi bana. En az onlar kadar iyi, ama sanki farklı pişirilmiş. Nedenini bilemedim.


Ardından güveçte kokoreç süsledi masayı. İki çatal aldığında bittiğini fark ettim. Buna hızlı yemek denemezdi. Herkes susmuş, yemekler konuşmaya başlamıştı. Bu resm-i geçitin içinde daha neler yer alacaktı bilemiyordum. Yediğim kokoreç, olağanüstü tadıyla damağımda güller açtırmıştı adeta. Buna saygı duymak gerekiyordu.


Tam nefes alacakken, hiç beklenmedik bir anda güveçte böbrek gösterdi kendini. Ben ki, bir zamanlar böbrekten uzak duran bir şahıs olarak bilinirdim, ellerimle yememek için zor tuttum kendimi. İçimden tam olarak bilemediğim bir şeylere şükretmiş bile olabilirdim bu esnada.


Patronun özel tavsiyesi üzerine ocakbaşından satır eti ile yapılmış kebap ve kuzu şiş de yedik. Tabağın üzerini eski bir dost gibi kaplayan incecik ve gevrek pidenin tadını tarif etmek handiyse olanaksızdı. Kendimi "Birtat'a sadece bu pideyi yemek için bile gelebilir insan," derken yakaladım. Buna değerdi.


Acaba daha ne var derken, alüminyum folyo içinde ağır ağır pişmiş, döner gibi kesilmiş yumuşacık kelle geldi önüme. Kellenin bu kadar güzel pişiriebileceğini asla düşünmemiştim o güne dek.


Patron "Biraz da uykuluk yaptırayım," dediğinde, keşke biraz daha büyük bir midem olsaydı, diye düşündüm. Yer kalmamıştı. Lanet olsun! O uykuluğu yiyemedim. İrmik helvası yiyip çay içtim. Buna ek olarak bir dahaki gelişimde kiremitte işkembe yemeğe de söz verdim kendime.

Dışarısı yine ıssızdı. Çıt çıkmıyordu sokakta.

Ve ben şükrediyordum.
Selimiye'nin bir köşesinde böyle bir lokanta ile karşılaştığım için.
Sakatat pişirmenin böylesi bir şekilde sanata dönüşebildiğine tanıklık ettiğim için.
Bu memlekettte işini bu denli seven insanlar olduğunu görüp memleket için ümit olduğuna yeniden inandığım için.
III.Selim'e böylesi bir camiyi buraya dikip zamanı durdurmayı başardığı için.

Bu şehirde yaşadığım için...

Şükrediyordum.

Selimiye Kışla Cad., No: 57
Üsküdar, İstanbul
tel: +90(216)553-6664