31 Ocak 2012 Salı

Arjantin Candır -1

Lapa lapa kar yağıyor. Sense uzun senelerdir yapmadığın kadar çok düşünüyorsun. 

Beyaz sessizlik...

Gece yarısını çoktan geçmiş olmalı. 

Pencereden dışarı baktığında, sokakların bomboş ve bembeyaz olduğunu görüyorsun. Sokak lambalarının ışığında savrulan kar tanelerini seyrettiğin böyle soğuk bir gece, oturup geçmişi yazmak için çok uygun geliyor nedense. 

İki sene önce yaptığın Arjantin seyahatinde damağına sıvanan lezzetleri anlatmaya karar veriyorsun. Bunun için öncelikle kara kaplı Moleskin günlükleri karıştırmak, kargacık burgacık yazınla aldığın notları okumak, bazı parçaları kesmek, diğerlerini yapıştırmak gerekiyor, ama olsun. "Soğuk bir gecede insanın içini Arjantin gibi bir yer ısıtabilir," diye düşünüyorsun. 

Günlüğünü işgal eden "ikinci tekil şahıs" anlatım biçimi bu yazıya da bulaşıyor. Blog'un tarzından farklı. Yapacak bir şey yok. Ayrıca umursamıyorsun da. Sen de, okurlar da kabulleneceksiniz bu durumu. Yazının uzun olacağını hissettiğin için ikiye bölüyorsun. İki parçada on günlük maceranın lezzetlerini anımsadığın kadar dökmeye karar veriyorsun.

Arjantin neşeli ve basit bir memleket. Anımsıyorsun. Bir zamanların Paris'i olması için tasarlanmış Buenos Aires'in ihtişamlı binalarını bir kenara bırakırsan, her şey net ve basit burada. Ne istediğine karar verip bunu uygulamak çok kolay. Dikkatli ol, amacın Arjantin sokaklarını tasvir eden bir yazı kaleme almak olmamalı, bu yanlış bir yaklaşım. Sen seyyah değilsin sevgili dostum. Üstelik de, -tam senden beklendiği üzere-, koskoca Arjantin'den aklında kalanlar  o muazzam yemekler değil mi?

O kadar da değil...

Yeme içmeye geçmeden, birkaç cümle ver bu ülkeye. Öyle birkaç cümle olsun ki, onlar sayesinde insanların seni salt mis gibi et kokuları arkasında koskoca bir memleketi arşınlayan yırtıcı bir hayvana benzetmesi ihtimalini daha baştan ortadan kaldır. 

O zaman girizgah şöyle olmalı:

Arjantin candır sevgili dostum; tango yapılan "milonga"lara gidip, kadın ve erkeklerin nasıl sadece basit kaş-göz hareketleriyle birbirilerini dansa kaldırdıklarını, nasıl uyumla dans ettiklerini ve senin ülkendekinin aksine, bu şehvetli danstan sonra nasıl bu denli medeni davrandıklarını gördüğünde anlarsın bunu. 

Arjantin candır pek sayın kardeşim; tango gibi duygu yüklü ve kendini tekrarlayan bir müzik eşiğinde, nasıl sevişmekten hallice bir dans yapıldığını izlediğinde hayret ederken kavrarsın bunu. Sabaha karşı yedi gibi caddeleri arşınlayarak evlerine dönen, 18-19 yaşındaki gençlerin uyku akan gözlerinde hala bu dansın renklerini görürsün.

Öte yandan Arjantin candır; bir ucuna gittiğinde şelalelere ve tropikal bir iklime kaptırırsın kendini, ağaçların büyüklüğü, hayvanların çeşitliliği, havanın değişkenliği şaşırtır seni; öbür ucuna gittiğinde dünyanın en büyük buzulları karşılar seni, penguenlerle aşık atar, insanı kendine bağlayan yemyeşil bir doğanın içinde yönünü ararsın.

Diğer taraftan Arjantin candır; sen İstanbul'un Beyoğlu'sunda fink atar, burayı çevreleyen isli yüzlü asırlık binaların mimarisine hayran olurken, Buenos Aires'in her bir mahallesi bir Beyoğlu'dur; bunu görür hayret edersin.

Neticede Arjantin candır; sen hem mahalle arasında, hem beş yıldızlı otellerin lokantalarında yersin, en iyi şarapları içersin, Avrupa büyüklüğünde bir ülkeyi baştan aşağı gezersin, önüne gelen her yerde  alışveriş yaparsın, bilmem kaç tane şehre gider, sürüyle otelde kalırsın, ama ödediğin para beş kuruştur.

Vee, günün sonunda Arjantin candır; kenar mahalleler pislik içinde de olsa, mis gibi kokar her yer Çünkü yeryüzünün en güzel eti, en muhteşem üzümlerinden biri oradadır. Ne kadar yesen, ne kadar içsen de doyamazsın. Onlardan ayrılamazsın. İşte böyle bir karlı İstanbul akşamında Ataşehir'de kös kös oturur, Bife de Lomo, Bife de Chorizo, Saint Fecilien Malbec diye sayıklar durursun.

Gözlerini kapadığında kendini Parrilla Pena adlı bir lokantada buluyorsun. Sıradan bir yer. "Halk yiyor burada," diye yazıyor kitaplarda. Giriş katında etler geniş bir ızgaranın üzerinde cızır cızır pişiyor. Etlerden önce empanada adını verdikleri börekten getiriyorlar.  Bife de Lomo yiyorsunuz ardından, yanında Saint Fecilien içiyorsunuz. Etler gayet kalın. Izgarada ateşe gösterilip servis edilmiş. Ne bir sos var, ne de bir şey. Sadece kendisi. Yeşil salata, roka ve domatesle birlikte inanılmaz bir lezzet geçiyor boğazından. Şarabın ete uzattığı el, etin onu sımsıkı yakalayıp dans edişi harikulade bir rüya gibi geliyor sana.



Sonra bir bakıyorsun, Four Seasons'un tam karşısında Piegari adı verilen bir İtalyan lokantasındasın. Herkes çok şık giyimli. Sen turist gibisin. Kocaman tabaklarda yemekler geliyor hızlı hızlı. Adeta siparişi vermenle yemeklerin masaya gelişi bir oluyor. İnanılmaz lezzetli bir risotto getiriyorlar. Safranlı. Kendinden geçiyorsun. Sonra bir malfatti  geliyor. Parmaklarını yersin. Yine bir Malbec masada. En son Venedik'te bu kadar enfes bir örneğini tattığın bir tramisu ile final yapıyorsun. Hesap yine üç kuruş.



Ardından San Telmo'da buluyorsun kendini. Sokaklar cıvıl cıvıl. Sağdan soldan gelen insan seline kapılmamak için dikkatle yürümeye çalışıyorsun. Mis gibi bir koku çarpıyor burnuna. Sokakta kocaman bir mangal, mangalın üzerinde binbir çeşit et, sosis, pirzola. Oraya doğru adım atıyorsun. Bunlardan yemelisin. "Böyle kokan bir şey nasıl zararlı olur?", diye düşünüyorsun. 

Yanındakiler itiraz ediyorlar. Sen de yemiyorsun. (Bourdain olamayacağını o gün anlıyorsun işte.)                                        
Arjantin'de gittiğin diğer yerleri anlatmaya yelteniyorsun, ama gözlerin açık artık: 

Kar yağıyor. Gerisi başka bir yazıya...

31.01.2012 Ataşehir




28 Ocak 2012 Cumartesi

Elmadağ Meyhanesi

Sevgili okurlar, bu satırları, muhteşem bir yemeğin ardından, sıcağı sıcağına paylaşıyorum sizlerle. Yedi senedir aralıksız görüştüğümüz ve "Ayılar" adını verdiğimiz meyhane topluluğumuzun Ocak ayı organizasyonu için seçtiğimiz Elmadağ Meyhanesi'ne üçüncü defadır geliyorum. Açık söylemem gerekir ki, bu mekanın her seferinde daha da kendini geliştirmiş olduğunu görmekten büyük mutluluk duymaktayım. Dolayısıyla, yine bazen yaptığım gibi, aslında en sonda söylemem gerekeni ilk satırlarda sizlere aktarıyor olacağım: Elmadağ Meyhanesi muhteşem bir mekan. Kaçırılmaması gereken bir yer. İstanbul'un kuşkusuz en iyi meyhanelerinden biri.
Meyhane meselesi söz konusu olunca, bazı farklı kriterleri göz önüne almak gerekir diye düşünenlerdenim. Sözgelimi, meze kalitesi, eğer varsa müzik kalitesi, fiyat / perfomans oranı gibi konuları incelemek gerekiyor bir meyhaneyi ele alırken. Çok net bir gerçek var benim için: Favori mekanım daha önce de yazdığım gibi Asmalı Cavit'tir. Servis, mezeler, lokasyon, ambiyans, her şey çok iyidir orada. 
Öte yandan Cankurtaran'daki Giritli de büyük bir yıldızdır meyhane konusu açıldığı zaman. Yazları ziyaret ettiğimiz bahçesi, tarihi kışlık mekanı, inanılmaz kalitedeki Ege mezeleri, bu meyhaneyi kuşkusuz en iyiler arasına sokmaktadır.
Unutulmaması gereken anıtsal bir meyhane de Yedikule'deki Safa Meyhanesi'dir. Bu mekanı hem mezeleri, hem de lokasyonu büyülü kılmaktadır. Yedikule Zindanları'nın hemen dibinde, insanı girdiğinde büyüleyen bir dekorasyonu ve atmosferi vardır. (Tahmin edebileceğiniz gibi, hem Safa , hem de Giritli daha sonraki yazıların konusu olacaklardır.)
İşte, sevgili okurlar, dün akşamdan sonra sevinerek belirtmek isterim ki, olağanüstü meyhaneler listesine ilave edecek bir mekanımız daha var artık. Elmadağ Meyhanesinin kalitesini kelimelerle anlatmak zor olduğu için, daha önceki uygulamalarımdan farklı olarak birkaç tane fotoğraf paylaşmak istiyorum öncelikle. Yediklerimizden bazılarını (pancar otu, haydari, börülce, yeşil zeytin, şakşuka, havuç taraması)  ve Ayılar grubunun tabak süsleme dalında en büyük ustası olan Yener'in tabağını aşağıda görebilirsiniz:





Elmadağ Meyhanesi'nin yukarıda sözü geçen mekanlardan önemli bir farkı var. Meyhane dünyasında hoş görülmeyen, ama buraya inanılmaz yakıştığını az sonra anlatacaklarımdan da çıkarabileceğiniz müzik meselesi. Bu meyhane inanılmaz bir müzikle  başınızı döndürüyor sevgili okurlar.

Şimdi bazılarınızın Galata Meyhanesi adı verilen yerden söz açacağını ve buradaki müziğin kalitesinden bahsedeceğini de adım gibi biliyorum. Dolayısıyla siz söylemeden ben cevap vereyim: Galata Meyhanesi gibi, daha telefonda konuşurken ve hiçbir şey söylemeden "Sadece erkek almıyoruz, bayan var değil mi yanınızda?" gibi konuşmalar yapan bir meyhane müsveddesi ile ilgili, bu blogda asla ve asla bir yazı çıkmayacaktır. (Bu ilk ve son paragraftır). İsterse dünyanın en iyi müziğini yapsınlar, buraya gitmeye değmez.

Şimdi gelelim Elmadağ Meyhanesi'nin güzelliklerine:
  1. Öncelikle, Elmadağ Meyhanesi'nin inanılmaz merkezi bir konumu var. Elmadağ'da Divan Oteli'nin hemen yanında. Bilmem tarif etmeme gerek var mı?
  2. Mekanın önünde otoparkı var. Burayı kullanabilirsiniz, ya da en yakın yer olan Ceylan Oteli'nin arkasındaki İspark'a koyabilirsiniz. Tabii ki, meyhaneye giderken insan araba kullanmamalı dememe gerek yok herhalde.
  3. Mekan popüler bir meyhane olduğu için, özellikle haftasonları giderken mutlaka rezervasyon yaptırmanızı öneririm. Bizim dün yaptığımız ziyarette üç masaydık, ama İBB'nin yaptığı kıyamet duyuruları (KAR) sebebiyle her yerin boş olduğunu vurgulamalıyım. Sonuçta gece kar yağmadığı için, meyhaneden çıktıktan sonra hayatımızın en rahat yolculuklarını yaparak on dakikada evimize ulaştığmızı da belirtmeliyim.
  4. Dekorasyon çok şirin, insanın içini ıstan bir sıcaklığı var. Masalar tıkış tıkış değil. İnsanlar üst üste çıkmıyor. Onbeş kişilik gruplar bile rahat rahat hareket edebiliyorlar. Duvarlarda bir sürü resim ve fotoğraf var. Mekana havasını veren özelliklerden bir tanesi de bu kalabalık duvar dekorasyonu. Bir de küçücük sahnesi var Elmadağ Meyhanesi'nin. Burada sizi mutlu eden harika bir müzik icra ediliyor.
  5. Mekanın sahibi Pürlen Kurtböke. Çerkez geleneğinden gelen bir ailenin ferdi. İşinin başında duran, işinin düzgün yönetilmesini sağlayan başarılı bir işletmeci.
  6. Tıpkı Giritli gibi, burada da yemekleri seçerek yemek mümkün değil. Fiks menü uygulaması var. Limitsiz içki seçerseniz adam başı 95 TL ödeyeceksiniz.
  7. Yemekler konusunda söylenecek bir söz yok. Fava, Pancar Otu, Havuç Taraması, Zeytinyağlı Dolma, Börülce, Haydari, Şakşuka, Pilaki,Yeşil Zeytin, Beyaz Peynir geliyor önden. Anlatılması güç bir lezzet girdabının içinde buluyorsunuz kendinizi. Yeşil zeytini çok beğendiğimi söylemem lazım. Fava, börülce ve şaşukaya da tam not veriyorum. Ama hepsinin ötesinde pancar otu denen bir başyapıtla karşılaştım burada. Bunu söylemeden olmaz.
  8. Arada mevsimine göre küçük balıklardan getiriyorlar. Tadımlık. Ayrıca ada böreği adında muhteşem bir lezzet de getiriyorlar. Bu ada böreğini tavsiye ediyorum. Damaklarınız bayram edecek.
  9. Biz ana yemek olarak köfte yedik. Tepeleme yığılmış şekilde masanın dört bir köşesine getirdiler. Çok beğendik ve bir tur daha söyledik. Pek keyifliydi.
  10. Yemek için söylenecek bir şey yok. Her lokmanın tadını çıkartarak yedim açık konuşmak gerekirse. Rakıyla beraber pek de güzel gitti. Çıktığımızda hava çok soğuktu, ama ben hiç üşümüyordum.
  11. Esas parantezi müzik için açacağım sevgili okurlar. Başta yazdım; meyhane dünyasında müzik, ya da bilinen adıyla "fasıl" pek hoş görülmez. Eskiler meyhanede müziğin işi olmadığını, insanların bu mekanlara sohbet edip çatal ucuyla meze yemeğe ve iki tek atmaya geldiklerini söylerler. Asmalı mescit mıntıkasındaki hiçbir iyi meyhanede müzik göremezsiniz. Fasıl yapılan yerlerde ise, ki buna en iyi örnekler Kumkapı bölgesinde karşımıza çıkar, bir grup çingenenin masaları dolaşıp sizden bahşiş istemesi şeklinde bir müzik adeti vardır ki, kanaatimce bu çok sıkıntılı ve keyifsiz bir uygulamadır. Elmadağ Meyhanesi ise,Türk Sanat Müziği ile klasik meyhane kavramını çok iyi harmanlamış gibi geldi bana. Müzik gerçekten çok kaliteli. Münir Nurettin, Selahaddin Pınar, Saadettin Kaynak gibi bestecilerin eserlerinden oluşan çok iyi bir repertuar çıkıyor karşınıza. Çok güzel söylüyorlar ve her şeyden önemlisi bunu sahnede yapıyorlar. Masalara gitmek gibi bir adet yok. Programları üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm TSM, ikinci bölümde birkaç tango ve dansa yönelik parçalar da çalıyorlar ve nihayet istek parçaları ile bitiriyorlar. Burada Tanju Okan'dan bile söylediklerini gördüm ve çok hoşuma gitti.
Neticede söylemek istediğimi en başta söyledim aslında. Elmadağ Meyhanesi nadir bulunan güzellikte bir lokanta. Burası meyhaneperver okurlar için önemli bir buluşma noktası olmalı bence...

Elmadağ Meyhanesi

Cumhuriyet Caddesi
Pak Apt.6/C
Elmadağ (Divan Oteli Yanı)
Taksim-İstanbul

0 212 241 03 20- 23


info@elmadagmeyhanesi.com 



27 Ocak 2012 Cuma

İl Padrino Caddebostan


İl Padrino çok sevdiğim bir İtalyan lokantası sevgili okurlar. Sevmenin dışında saygı duyduğum bir işletme olduğunu da eklemem gerekiyor.
22 senedir aralıksız gittiğim bu mekanın kurulduğu günden bugüne dek yemek ve servis kalitesinde zerre kadar düşme olmadı, fiyatları her zaman makuldü, dekorasyonu hiç değişmedi, ama hep aynı tazelikte kaldı benim için.

Neyse ki zaman bulup bu güzel lokantayı da anlatma fırsatını yakaladım. (Bir sonra anlatacağım İtalyan lokantasının da Rosario olacağını burada haber vereyim. Koşuyolu'na yakın, lezzetine kefil olabileceğim çok güzel bir mekan orası da.)
İtalyan lokantaları memlekette sevilir ezelden beridir. Şimdi bu noktada durup iyi bir ayrım yapmamızda yarar var.
Pizzacı meselesi ve İtalyan lokantası kafalarda birbirine karışıyor çoğu kez. Ben kendi tanımımı yapayım; çok basit: Sadece pizza veren yere "pizzacı" denir.
Hamur işi (pasta) yemekleri olmayan yere İtalyan lokantası denemez.
Pasta türlerini sunan bir lokanta, aynı zamanda pizza da sunabilir. Buna da her durumda İtalyan lokantası denir.
Bu kısa tanımdan sonra tarih meselesine dönelim: Ben İstanbul'daki İtalyan mutfağının tarihçesini yazacak kadar vakıf değilim konuya, lakin zamanında severek gittiğim Da Umberto artık yok. Kendisi benim ilk göz ağrılarımdandır. Küçük bir mekandı, Feneryolu Hatboyu'ndaydı. İyi işletilmedi ve kapandı diye biliyorum.
Da Umberto'dan daha önce, Harbiye'deki Ristorante Rosa'ya gittiğimi anımsıyorum. Yediklerimin keyfini çıkardığım ilk İtalyan Lokantası orasıydı sanırım. Lazanyası müthişti. Bugün bile tadı damağıma geliyor.

Doksanlı yıllarda Bellini, Spasso gibi pahalı lokantalara gittiğimi ve büyük keyif aldığımı, lakin ailemle gitmeseydim o paraları ödeyemeyeceğimi biliyorum. Bunların yanına Da Mario, Papermoon gibi yerleri de koyun. "Chain" olan Mezzaluna'ları da ekleyin, bugünlerde kentin her yanında İtalyan lokantalarının cirit attığını daha iyi anlayacaksınız. Örnekler çoğaltılabilir: Grissino, Grissini, Bice, Vapiano, Palma D'oro, Giovanni gibi farklı keselere hitap eden isimlerle karşılaşabilirsiniz araştırdığınız zaman.

İl Padrino'ya dönelim. Kısa ve öz anlatacağım:
  1. Yeri Caddebostan İskele Sokak. Caddebostan'daki büyük Migros'u görür görmez sola sapın, yukarı, Bağdat Caddesi'ne doğru çıkın, sol tarafta göreceksiniz.
  2. Yaz günlerinde dışındaki kısımda, açık havada oturabilirsiniz. Son derece keyiflidir. Ama az sayıda masa var. Dışarıda oturmak istediğiniz zaman rezervasyon yaptırmanızı öneririm.
  3. İçerisi çok daha büyük bir salondur, hemen her zaman yer bulunur. Oturduğunuzda duvarlardaki posterler dikkatinizi çekecek. Ağırlıklı olarak Amerikan sinema ikonlarının yer aldığı fotoğraflar duvarları kaplamış durumdadır.
  4. Mekanın ismi "Baba" filminden gelmektedir. Marlon Brando'nun "Godfather" filminin İtalyanca uyarlaması olan "İl Padrino" kullanılmıştır.
  5. İçerisi bir İtalyan lokantasına uygun dekore edilmiş olsa da, bana kalsaydı ben masaların üzerine kırmızı-beyaz kareli örtüler sererdim. Burada amerikan servis mantığı hakim. Bu da benim pek sevmediğim bir yaklaşım.
  6. Garsonlar müthiştir burada. Hep güleryüzlü, her daim hızlı ve bilgilidirler. Hepsine tam not veririm.
  7. İl Padrino'ya geldiğimde mutlaka dana carpaccio yerim. Pek lezzetlidir. Etler incecik kesilmiş, rokalar taze, parmesan peyniri tam kıvamındadır. Üzerine biraz kara biber döküp kendimden geçerek yerim.
  8. Ana yemek olarak gnocchi sevdiğim bir tercihtir. Yumuşacıktır, ama dağılmaz. Tam kararındadır. Asla lastik gibi değildir. Sosu nefistir.
  9. Bazen deniz mahsülü risottosu söylerim. Yanında beyaz şarapla çok iyi gider. Dondurulmuş deniz mahsülleri kullandıklarını sanmıyorum. Ama kefil olamam.
  10. Penne Arabiata sipariş ettiğim de olur. Tadı son derece güzeldir.
  11. İl Padrino'da pizza çeşitleri de bulunmaktadır. Hemen hemen bütün klasik pizzalara rastlayabilirsiniz burada. Ben pizzaların kraliçesi Margarita'dan şaşmam. En sevdiğim pizzadır.
  12. Tatlı olarak tramisu yiyebilirsiniz. Orta karar bir lezzeti var, ama bu kadar tuzlu yedikten sonra iyi gelecektir.
  13. Asla yüksek hesap ödemezsiniz burada. Adam başı 50 TL civarında gelir.
  14. Bir süredir İl Padrino'nun Ataşehir'de de bir şubesi var. Aynı kompleks içinde Küp Kebap ve Çeşme Dalyan Balıkçısı ile birlikte hizmet veriyorlar. (Hepsi aynı kişiye ait). Ben yine de Caddebostan İl Padrino'dan şaşmam. Onun yeri ayrıdır.
Kaliteli ve hesaplı bir İtalyan yemeği ziyafeti çekmek istiyorsanız, İl Padrino'ya mutlaka gidin derim sevgili okurlar. Mutlu ayrılacaksınız.


İskele Caddesi No: 8/C Caddebostan 

İstanbul Tel:0216 385 93 19 Faks:0216 359 01 68


E-posta: ilpadrino@ilpadrino.com.tr


25 Ocak 2012 Çarşamba

Todori

Gözümün önünde beliren manzara biraz puslu da olsa, hayal meyal tahmin edebiliyorum gerçekleşenleri: 1970'li yılların başı olmalı. O zamanların İstanbulu'nda bugünlerden farklı olarak çok şiddetli kar yağışları olur, bu durum günlerce sürer, insanlar beyaz bir örtünün altına saklanan kentin sokaklarında bata çıka dolaşırlarmış.
İmgelemimde canlanan siyah beyaz resmin içinde lapa lapa kar yağıyor.
Bir adam, Kalamış civarlarında, gecenin karanlığına bürünmüş sokaklarda dolaşıyor.
Her yer bembeyaz. Adamın evi Kızıltoprak'ta Kolej Sokağı'nın hemen başında ve oradan buraya kadar yürümek zorunda kalmış. Zira evdeki bebeğin biten mamasını bulabileceği tek dükkan buralarda bir yerlerde.
Sokak lambalarının sarımsı ışığında ağır ağır inen kar tanelerinin görüntülerine takılıyor bakışları. Sessizlik... Sonra rakı kokusu geliyor burnuna; beyaz peynirle karışık. O da içinden geleni yapıyor ve hemen önünde durduğu Todori'nin kapısından iki tek atmak için içeri giriyor.
İçerde az sayıda masada oturan birkaç erkek var. Herkes sessiz sessiz rakılarını yudumlayıp mezelerini yiyor. Adam bir masaya oturup rakısını, beyaz peynirini, ciğer tavasını, patlıcan turşusunu söylüyor. İki yudum sonra, yan masadan birisi laf atıyor: "Siz ne almak için çıktınız evden?"
Adam gülüyor, aklına evdeki bebek ve mama meselesi geliyor, rakısını içip Todori'den çıkıyor ve bembeyaz sokakları arşınlayarak Kızıltoprak'a geri dönüyor.
O adam benim babam...
Şimdi benim iki haftada bir gittiğim Todori'ye kırk sene önce babamın da gitmiş olması, hem bu mekana beni sonsuz derecede yaklaştırır, hem de Todori'nin ne denli eski, geleneği olan bir yer olduğunu her defasında bana anımsatır.
Bu yazımın konusu, "eski dostum" Todori olacak sevgili okurlar. Lafı daha fazla uzatmadan konuya girelim:
  1. Todori'nin tarihçesini araştırmaya çok lüzum yok. Kendi web sitelerinde anlatılanları özetlemek niyetindeyim.  "Bir zamanlar  Fener Caddesi’nden vapur iskelesine inen yolun sağ tarafında Vasil’in, sol tarafında Todori’nin meyhaneleri vardı. Vasil Kalamış’ta iş yaparken Todori ikinci planda kalmıştı, fakat Vasil batarken Todori adeta şahlandı. 1927’de Carliston ve Fokstrot çılgınlığı İstanbul’u sarınca, Todori bahçeye bir pist yaptırıp, pazar günleri caz getirerek Rum gençlerinin dans ihtiyacını karşılamışsa da Belvü Gazinosu bütün debdebe ve şaşaası ile ön plana geçince bundan vazgeçmişti." Gördüğünüz gibi, geçen yüzyılın başında bile ismi bilinen bir yer burası. Ben çocukluk dönemimde Todori'nin, -hangisi bilmiyorum- bir bankanın lokali olarak hizmet verdiğini anımsıyorum. Biz oraya giremezdik, sadece anlatılanları dinler ve tarihini bilirdik.
  2. Sonra ne olduysa oldu, bugün hapiste olan Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım buraya el attı ve Todori'yi eski günlerine geri döndürdü. Ben Fenerbahçe'nin tesisleşmesi konusunda büyük bir hamle yapan ve stadını, idman sahalarını, basket salonunu, Faruk Ilgaz tesislerini yaptıran Aziz Yıldırım'ın en büyük icraatlerinden birisinin Todori'yi tarihine yaraşır bir şekilde açmak olduğunu düşünenlerdenim. Sadece maçlardan önce buraya gidip yemeklerinden yediğim için değil, ailemle birlikte özellikle yaz akşamlarında harika bir yeme içme ortamı sağladığı için de burayı çok seviyorum.
  3. Bilmeyenler için, Todori'nin yeri çok kolaydır. Kızıltoprak'tan Fenerbahçe'ye kadar uzanan Fener Kalamış Caddesi'ni takip edin, Fenerbahçe ayrımına gelmeden hemen önce sağ kolda Todori'yi görürsünüz. Hemen yanında yeni yapılan büyük bir otel vardır.
  4. Todori'nin iki katlı ve farklı salonları olan bir binası var. Kış günlerinde burası tercih edilir. Yaz günlerinde ise o kocaman bahçesinde, keyifli geceler geçirmek mümkündür. Bu bahçeyi anlatmadan edemeyeceğim sevgili okurlar. İçinde asırlık ağaçların bulunduğu, her ne hikmetse, bu ağaçların üzerine kimbilir nerelerden gelmiş yeşil papağanların tünediği bir bahçeden bahsediyorum. Yaz geceleri tüm Kalamış'ı kaplayan o büyülü rakı-beyaz peynir kokusu işte bu bahçeden gelir. Önünden geçerken dayanamaz içeri girmek istersiniz. Tıpkı kırk yıl önce babamın yaptığı gibi. Yaz geceleri çok yoğundur burası. Mutlaka rezervasyon yaptırmanızı tavsiye ederim.
  5. Ben buranın özellikle ciğer tavasına ve paçanga böreğine bayılırım. Yanında kabak kızartma da söylerim. Her üç yemek de lezzetinden parmaklarını yedirir adama. Paçanganın içindeki peynir-pastırma uyumu müthiştir, ağızda dağılıverir. Ciğer ise mideye oturmaz, rahat rahat yersiniz.
  6. Soğuklardan patlıcan salatası ve zeytinyağlı dolma hiç fena değildir. Tavsiye ederim.
  7. Balık olarak, tabii mevsime bağlı olarak seçersiniz ama, ben buranın hamsisini iyi bulurum. Hamsi söyleyip doyabilirsiniz.
  8. Tabii çok gidince her türlü yemeği deneme fırsatım oldu diyebilirim. Köftesi de güzeldir. Hafif baharatlıdır ve rakıyla iyi gider.
  9. Dondurmalı irmik helvası, ayva tatlısı yemenizi de öneririm. Güzeldir.
  10. Tüm bunları ağır ağır yerken, özellikle yaz akşamları kendinizi 1930 yılların, Taksim Gezi Parkı'nda ya da Tepebaşı'ndaki açık hava lokantalarındaki gibi hissedersiniz.
  11. Çok kalabalık gecelerde servis aksayabilir, ama genelde hızlı ve güleryüzlü hizmet alırsınız burada.
  12. Fiyatlar insanın cebini yakmaz, sizi rahatsız etmez. İçkiye abanmadan adam gibi yer içerseniz, 65 TL gibi bir şey gelecektir kişi başı.
  13. Fenerbahçe'nin maçı olan günlerde yer bulamazsınız, benden söylemesi. Ayrıca maç izlemek için de gidebilirsiniz. Bahardan itibaren bahçesine büyük ekran koyup maç yayını yapmaktadır Todori. Tabii hangi takımın maçlarını yayınladığını tahmin edersiniz.
  14. Mekanın önemli bir özelliği de Ahmet Rasim, Yahya Kemal Beyatlı ve Selahattin Pınar'ın burada sık sık içtiğinin bilinmesidir. Selahattin Pınar, burada hayata gözlerini yummuştur. Bahçede büstü bulunmaktadır.
Zaman zaman gözlerimi kapayıp burayı kuran Todori'nin devrinde neler olup bittiğini düşlemeye çalışırım. Şişman, yuvarlak ve kocaman çıplak kafalı meyhaneci Todori'nin masaların arasında dolaştığını hayal ederim. Burada iki tek attığımı, ardından "Fenerbahçesi" tarafına yürüdüğümü ve bir süre Belvü'nün bahçesinde takıldıktan sonra bir kayığa atlayıp Moda'ya doğru kürek çektiğimi düşlerim. İlla ki bir yerlerde bülbül sesleri vardır bu hayalin içinde.

Sözün özü, sevgili dostlar, Todori'ye gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Memnun kalacağınızdan eminim.

Fenerbahçe Spor Kulübü Todori Tesisleri
Fener Kalamış Caddesi No:46 Kadıköy İstanbul
Telefon:
0216 450 20 44-45
Fax: 0216 450 44 46

23 Ocak 2012 Pazartesi

Hamburger ile İlişkim Hakkında

Çok eski anılar canlanıyor bu konu açıldığında. İçimi Proustvari bir duygu kaplıyor, buna engel olamıyorum. Proust'un meşhur çaya banılan madleni gibi, anımsamayı tetikleyen bir şeyler olmalı içimde.

Ne zaman muz yesem - ki en sevdiğim meyvelerden birisidir kendisi-, aklıma yaklaşık 30 yıl önce yediğim bir hamburgerin tadı da düşüveriyor.

Delirdiğimi mi düşünüyorsunuz? Açıklamamı bekleyin. İnsan fizlojojisi tuhaftır. Ben bunun kanıtıyım adeta. Bellek, bilinçaltı, beden üçgeninde tuhaf şeyler olur daima. Benim durumum da böyle bir etkileşimden kaynaklanıyor.

"Travma"mın kökenine indiğimde, olayların geçtiği senenin 1984 olması gerektiğini kavrıyorum. Bunu her gittiğimiz yerde, televizyonlarda gördüğümüz Los Angeles Olimpiyatları sayesinde anımsıyorum.

1984 yılının yaz ayları, tam da olimpiyatın olduğu dönemlerde Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Macaristan, Avusturya gibi ülkeleri araba ile dolaşmıştık. Demir perde yönetimleri devam ediyordu Balkanlarda. Bendeniz daha önce gavur memleketleri ile müşerref olmamıştım henüz.

O geziden bugüne aklımda kalanlar az ama öz. Bulgaristan'da polise verdiğimizi rüşvetleri hatılıyorum. Kutu kutu sigara dağıtmıştık. Birisi kırmızı ışıkta geçme, bir öbürü radara yakalanma gibi sebeplerden. Herkesin Türkçe konuştuğunu anımsıyorum.

Romanya'yı unutmak istiyorum. Adeta üstüne hiç güneş doğmayan bir ülkeydi benim için. Her daim karanlık, insanları suratsız, yemekleri kezzetsiz bir ülkeydi. Beş gün kaldık orada. Nefret ettim.

Yugoslavya geri kalmış ama sempatik bir ülkeydi. Şimdi Hırvatistan olan bölgeler Avrupai bir havadaydı. Benim anavatanım olan Bosna ise şirin bir tarım bölgesiydi.

Macaristan'a girdiğimzde, artık Avrupa'ya geldiğimizi anlamıştım. Daha sonra beş defa ziyaret ettiğim Budapeşte ihtişamlı bir şehirdi ve yönetimin diğer komünist ülkelere göre daha özgür olduğu anlaşılıyordu. Budapeşte'nin dışındaki Santander'de yediğimiz yemeği unutamam. Sonraki yıllarda yaptığım ziyaretlerde aynı yerde yemeğe gayret ettim.

Bütün bunların sonunda Viyana'ya gelmiştik. Muazzam bir şehirdi. İstanbul'dan sonra gördüğüm ilk imparatorluk başkentiydi orası. Sokakları, insanları, lokantaları, müziği, yemekleri, binaları, havası, her şeyi farklıydı. Büyük milli "Şair"imizin ilk defa Paris'i ziyaret ettiği ruh halindeydim muhtemelen.

İşte travma da tam bu noktada oldu. "Sacher-Torte"leri ile meşhur Hotel Sacher'de kalıyorduk, ama burada yapılan dünyaca ünlü pastalar umrumda değildi. Benim gitmek istediğim tek bir yer vardı:

McDonald's...

Günümüzde bu anlattığım çok komik gelecektir sevgili okurlar, lakin o günlerde İstanbul'da bile ilk McDonalds açılmamıştı henüz. Öyle yıllardı işte. Nike sneaker'lar yurtdışına giden tanıdıklara sipariş edilirdi. Coca Coca kutudan değil şişeden içilirdi. McDonald's'da hamburger yemek ise bir "deneyim" di ne yazık ki.

İstanbul'da yediğimiz hamburgerler, o zamanların önemli buluşma noktası olan Kristal Büfe'nin hamburgerleriydi. İyiydi, hoştu, ama ben yurtdışında neler yapıldığını çok merak ediyordum.

Tam yerini anımsamıyorum, ama oldukça merkezi bir yerde bir dükkana girip ilk hamburgeri tattığımda kendimden geçmiştim. Ekmeğin yumuşaklığı, ağzımda eriyen peynir, köfteyle turşunun uyumu...Bütün bunlar beni büyülemişti. 6-7 tane hamburger yemiş olmalıyım. Viyana'da kaldığımız günlerin hemen hepsinde buraya gelip tekrar tekrar yediğimi hatırlıyorum şimdi.

Hamburgerlerin üstüne içtiğim McBanana'nın tadı da hala damağımdadır. Muzlu milkshake nedense hiçbir zaman ülkemize gelmedi, ya da ben kaçırdım, bilemiyorum. Her defasında sayısız hamburger yedikten sonra muzlu milkshake içiyor. Ardından mide fesadı gerçirerek otele dönüyordum.

Bu sebepten ötürü, kafamda muz tadıyla McDonald's hamburgeri bir noktada birbirine kaynamış durumda.

Seneler içinde yemek zevkim çok değişti. Hamburger konusunda kendimce bir damak zevki geliştirdim.

Türkiye dışında en beğenerek yediğim hamburger, nedendir bilinmez, Atlantic City'de bir kumarhanede yediğim hamburgerdi. Belki çok açtım, belki de gerçekten çok özel bir lezzetti o.

Türkiye'de özel bulduğum bir lezzet, Göztepe'de Jumbo'ydu. Bugünkü adının J Burger olduğunu tahmin ediyorum.

Buraya gittiğinizde, önden harika patates kızartmasını,ardından da egg-cheese adlı hamburgerini sipariş edin. Memnun kalacaksınız.

Çok popüler olan Dükkan Burger'in hamburgeri lezzetli olsa da mideme dokunuyor açıkçası.Artık pek yiyemiyorum.

Nişantaşı Reasurans'ın alt katındaki Gurme Burger'in ürünlerini de seviyorum. Hem de çeşit bolluğu var burada.

Num Num zincirinde zaman zaman lezeetli burgerler yediğim oluyor.

Bir de Kızılkayalar meselesine parantez açalım. Buradaki sarmısaklı  ya da ıslak hamburgerleri gençliğimde çok sevdiğimi, bugün bile zaman zaman yediğimi itiraf edeceğim. Pek midevi olmasa da, insanı şaşırtan bir kolaylıkla yenen ve ayranla doğaüstü bir uyum sağlayan bu hamburgerleri de tavsiye ederim.

Kendimce diyet yaptığım şu dönemde hamburgerden bahsetmek beni son derece zorlasa da, dünyayı yaşanılır kılan lezzetlerden birisi olan bu yemeğin mucidine teşekkürü borç bilirim.

23.01.2012 Fenerbahçe


18 Ocak 2012 Çarşamba

Misina Balık

Daha önce de belirtmiş olmalıyım, ben Fenerbahçe çocuğuyum. Kalamış, Fenerbahçe semtlerini, burada dolanmayı, yaşamayı, yemeyi, içmeyi, alışveriş yapmayı severim.
Buranın yeşilini, insanını, geçmişten gelen esintisini, parklarını, 600  senelik ağaçlarını eski dostlar gibi görürüm.
Bir yönümde Fenerbahçe ve Kalamış koyları, diğer tarafımda Orduevi ve Dalyan olması beni mutlu eder.
Kalamış Koyu Moda'ya bakar. Ben "Moda"'lı değilim, geleneklerini hiç bilmem, ama tam karşımda Moda'nın olmasını severim.
Tarihi köşklerin önünden geçerken, bir zamanlar Abdülhamid'in terziliğini yapan Botter ve kızlarının nasıl bir hayat geçirmiş olduklarını düşlerim. Botter'in kalan iki köşkünün yanında Villa Mon Plaisir adlı ev vardır. Ön cephesindeki dört mevsim tasvirlerinin Markiz Pastanesinin duvarlarına olduğunu da bilir, bunu biliyor olmaktan mutluluk duyarım.
Dalyan kulüpte yemiş içmişliğim, hemen yanındaki Assomption kilisesinde oturup dinlenmişliğim vardır.
Havasını suyunu kendi bedenimin bir parçası gibi görürüm buraların.
Böyle bir girizgah yaptıktan sonra, bu mıntıkanın hiçbir lokantasını yazmamış olmaktan ötürü duyduğum sıkıntıyı da vurgulamam lazım. Bir Fenerbahçe çocuğu, buranın bir lokantasını anlatmazsa ne yazar bilemem.

Gelelim Misina Balık meselesine...

Misina Balık benim senede birkaç kez farklı amaçlarla ziyaret ettiğim bir lokanta. Farklı amaçlar derken, konuyu açmam gerektiğinin farkındayım. Ziyaretlerim üçe ayrılır:
  1. Meyhane muhabbeti...Daha çok mezelerin ve ara sıcakların gündemde olduğu, balık konusunun geri plana itildiği bir yeme tarzı.
  2. Kalkan yemek için...Bizim yakada kalkan tandırı en iyi yapan yerlerden birisidir Misina Balık. Mevsimi geldiğinde, sadece kalkan yemek için burayı ziyaret ederim. Kahraman'a fiyatlarından ötürü bir daha gitmeyeceğime yemin ettiğimden beri, kalkan yediğim lokantam burası olmuştur.
  3. Kaz haftası müsabetiyle...Tamamıyla ayrı bir yazının konusu olacak bu harika uygulama, Kars-Ardahan kazı yemek için Misina'ya gittiğim, senede sadece 10 gün gerçekleşen kaz haftasıdır. Az sonra bundan biraz bahsedeceğim.
Bugünkü yazımda ağırlıklı olarak, hem mezeler, hem de yediğim balıklardan söz edecek, kaz meselesinin detaylarını Mart ayında yazacağım bir yazıya bırakacağım.
  1. Misina Balık, kendi deyişleriyle sizlere "bir Ege kasabası" deneyimi yaşatmayı amaçlıyor. Aşçılar Ayvalık-Cunda kökenli. Dolayısıyla ot ve yeşillik açısından zengin bir menü sunuyorlar.
  2. Mekan son derece geniş, iç kısmı ve bahçesi 200 kişi kadar alıyor. Haftasonlarında inanılmaz kalabalık olduğunu ve rezervasyonla gitmeniz gerektiğini belirtmeme gerek yok diye düşünüyorum.
  3. Servis her zaman etkilemiştir beni. Bu kalabalığa karşın, rakı bardağınız boşaldığı anda dolar, garsonların gözü sizin üzerinizdedir.
  4. Dekorasyon tipki bir balık lokantası atmosferidir. Tek eksikliği mekanın denizden hayli uzak olması bence. Bu lokanta deniz kıyısında olsaydı havası başka olurdu.
  5. Yaz günlerinde bahçesinde oturmak ayrı bir keyiftir. Bazı yaz geceleri, yürüyüş yaparken bu bahçenin önünden geçer, gelen konularla mest olurum. İnsanın iştahını açan, taze bir koku gelir o taraftan.
  6. Yemekleri anlatmak için, buraya her gelişimde yediğim ve beni inanılmaz mutlu eden lakerdadan başlamalıyım. Lakerdanın iyisi torikten olur, bugün çoğu yerin tercih ettiği gibi palamuttan değil. Benim zevkime göre de yumuşak, pamuk gibi, ağızda eriyen bir kıvamda olmalıdır. Takoz gibi kalın kesilmiş bir boyutta, soğan ve hafif zeytinyağıyla mideye indirilmelidir. İşte Misina'nın lakerdası tam da böyle bir şey. Kaçırmamanızı öneririm.
  7. Safranlı midye dolma gayet lezzetli ve tavsiye edeceğim bir yemek. Bununla birlikte patlıcan salatası da benim ağız tadıma uygun yapılıyor. 
  8. Ara sıcaklardan ahtapot ızgara ve balık kebabı, hemen her gidişimde masamda olmasını tercih ettiğim lezzetler. Özellikle balık kebabının tadı gerçek kebabı aratmıyor. İnce kıyılmış maydanoz ve soğan yatağında getirilen bu yemeği mutlaka denemenizi öneririm.
  9. Bunların yanında sunulan mısır ekmeğini, kendi başına, sanki yemekmişçesine yiyebilirsiniz. Müthiş kıvamlı, doyurucu ve harika bir ekmek.
  10. Bendeniz, tahmin edebileceğiniz gibi bir "ot insanı" değilim, ama buradaki otlardan söz etmeden de olmaz diye düşünüyorum. Mevsimine göre Isırgan otu, kuzu kulağı, deniz börülcesi, pancar otu, tatlı radika, turp otu, kuş otu, cibes otu, zoho, deniz fasülyesi, madımak, şirken otu, börülce, labada, ebe gümeci,hoşkıran, su teresi, tavşan otu, hodan gibi birçok yeşillik çeşidini burada bulabilirsiniz.
  11. Masaya oturduktan sonra, balık ve mezeleri seçmek için ayağa kalkıyorsunuz. Balık mosturası ile meze vitrini arasında uzunca bir süre şaşkın şaşkın bakacağınızı garanti ediyorum. Garsonlardan yardım isteyin. Yalnız başınıza yapamazsınız.
  12. Balık olarak pek çok defa kalkan yedim. hep tadı damağımda kaldı. Kalabalık gidip kalkan tandır yemeği tercih ediyorum. Hararetle tavsiye ederim.
  13. En son gidişimde lagos balığı yedik dört kişi. Izgara yapılmıştı, çok hoşuma gitti. Kalkan mevsimi değilse böyle bir tercih yapabilirsiniz. 
  14. Yan masaya ise alevler içinde tuzda pişirilmiş lagos geldi. İmrenmedim değil. Tadını bilemediğim için öneremiyorum, ama seremonisi ve ritüeli çok hoşuma gitti. Kalkıp fotoğrafını bile çektim. 
Burada bir paratez açmakta fayda var. Yanlış anlamıyorsam mekanın sahipleri Karslı oldukları için her sene 5-15 Mart tarihleri arasında Kars-Ardahan Kaz Haftası düzenliyorlar. Ben geçen sene bu organizasyona katıldım. Yanlış anımsamıyorsam fiks menü uygulaması vardı ve “kaz güveci”, “kaz mantı”, “kaz tandır” ve “bulgur pilavlı kaz” yemeklerini keyifle mideye indirdim. Yemeğin yanında özel kızılcık şerbeti de yudumladım. Enfes bir geceydi ve bu yıl da katılarak ayrı bir yazımda ele almayı planlıyorum.

Sonuç itibariyla, sevgili okurlar, Misina Balık Anadolu yakasında önemli bir lezzet durağı gibi geliyor bana. Burayı ziyaret edip yemeklerin tadına bakmanız güzel bir deneyim olacaktır.

Afiyet olsun...

Dr. Faruk Ayanoğlu Cad.
Çamlık Apt. No: 34/1
Fenerbahçe Kadıköy İstanbul



Telefon
0(216) 550 02 58
0(216) 550 02 59
E-mail
Misina@MisinaBalik.com


16 Ocak 2012 Pazartesi

Hacı Abdullah

Değerli okurlar, bugünkü yazım Hacı Abdullah Lokantası ile ilgili olacak. Bu lokanta senede bir iki defa gittiğim, çok iyi bilinen, fanatikleri ve sevenleri bol, köklü bir işletme.
Yüksek fiyatlarına karşın esnaf lokantası kategorisinde değerlendirdiğim bu mekan için karışık duygular beslediğim için uzun zamandır yazmayı erteliyordum. Bugüne nasip oldu.
Beyoğlu'nda, Ağa Camii'nin hemen yanında, 1958 yılından beri, şimdi bulunduğu yerde hizmet vermekte Hacı Abdullah.
Mekan 1888 yılında Abdülhamid'in ruhsat vermesiyle kurulur, yani mazisi hayli eskilere uzanıyor. Fakat bugün bildiğimiz adıyla değil, Abdullah Efendi ismiyle kurulmuş olduğu da ifade etmem gerekiyor. Yeri ise, bugünkü gibi Beyoğlu değil, Karaköy rıhtımı.
1915 senesine gelindiğinde, lokanta Karaköy'den Beyoğlu'na taşınır ve yemeklerini İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Rumeli Han'da sevenlerine sunmaya başlar.
1940 senesine gelindiğinde ise önemli bir değişiklik olur, iştetmenin kendi deyişiyle "nöbet değişimi" gerçekleşir ve lokanta bugünkü adıyla Sadri Alışık Sokak olan yerde Haci Salih ismiyle çalışmaya devam eder.
Bu değişiklik 1958 yılına kadar etkisini sürdürür ve lokantaya ismini veren Hacı Salih'in ilerleyen yaşı sebebiyle emekli olmasıyla bayrağı çırakları devralır. Bugün hizmet verdiği yere işte bu dönemde taşınır lokanta. 1983 yılında eski ismine geri döner ve Hacı Abdullah olarak günümüze kadar gelir.
Baş döndüren bu trafiği anlamak zor gelse de, bundan çıkarılacak tek bir sonuç var: Gerçek usta çırak ilişkisinin mevcut olduğu işletmeler, Türkiye gibi bir yerde bile 130 yıl varlığını sürdürebilir.
Bu konunun biraz altını çizmek gerekiyor sevgili okurlar. Avrupa'yı ziyaret ettiğimizde, buranın eski imparatorluk başkentlerinde birkaç yüzyıllık lokantalara rastladığımızda çok şaşırdığımızı biliyoruz. Bir lokantanın 300 yıl servis vermeye devam etmesini hiçbirimizin aklı almıyor. Ama neticede bu işletmeler, tıpkı Hacı Abdullah gibi insan yetiştiren, geleneğin devam ettiği, bilgilerin ustadan çırağa aktarıldığı yerler. Yani ille de aile işletmeleri değil. Sözün özü, keşke bir nefes alış verişte açılıp kapanan lokantalar ülkesi olmasak da, daha çok Hacı Abdullah'lar çıkarabilsek diyorum.

Gelelim yorumlara:
  1. İstiklal Caddesi üzerinde yürürken Ağa Camii'nin yanındaki sokaktan girdiğinizde hemen sol kolda görürsünüz Hacı Abdullah'ı. Bulması gerçekten çok kolaydır.
  2. Girişteki vitrinde sizi koca koca kavanozlar içinde çeşit çeşit turşu karşılar. İnsanın turşu yiyesi gelir bunları görünce. Tıpkı Çukurcuma tarafındaki Asri Turşucu'da olduğu gibi, insanın içini fena yapan bir görüntüsü vardır turşuların.
  3. İçerisi havadar ve aydınlıktır. Dekorasyon dikkat çekici kadar özenli ve insanın içini ısıtıcı bir şekilde yapılmıştır. Örtüler pamuk gibi beyazdır. Duvarlardaki bölmelerde Osmanlı döneminden kalma mutfak malzemeleri nadir parçalar gibi sergilenmektedir.
  4. Bordo renkli duvarlarda, Osmanlı Padişah sofralarını tasvir eden minyatürler göze çarpar. Arkadaki büyük salonda büyük bir Osmanlı arması ve Atatürk'ün 1914 yılında yeniçeri kıyafeti ve 1930 yılında "modern" hali ile yer aldığı resimler bulunmaktadır. Mekan, adeta "Modernim ama Osmanlı köklerine de bağlıyım" mesajı vermektedir. Girişte, ortada ve en dipte üç yemek salonu yer almaktadır. Üçünü de severim ama en dipteki büyük salon daha çok hoşuma gider.
  5. Garsonlar hızlı ve iyi niyetlidir. Fakat bazen, neden bilmiyorum, ne dediklerini anlamakta zorluk çekerim. Yine de açık konuşmak gerekirse, servis kalitesini karşılaştırmak gerektiği zaman oyumu Kanaat Lokantası'ndan yana kullanacağımı vurgulamam gerekiyor. Kanaat'te hizmet müthiştir.
  6. Burada her türlü çorbayı içtim. Yedi kardeş çorbası, uskumru çorbası ve işkembe en çok aklımda kalanlar. İyi bir yemekten önce çorba içmeyi adet edinmiş olan bendeniz bu üçlüyü öneriyorum. Özellikle iki hafta önce tadına baktığım balık çorbası, hem terbiyesi hem de balığın damakta kalan tadıyla çok iyiydi.
  7. Her ziyaretimde mutlaka salata yerim, bazen zengin yeşillik vitrinlerinin başında takılır, her türlü dolmanın arz-ı endam ettiği bu ışıltılı dolabın önünde kendimce seçimler yaparım. Her türlü dolmayı tavsiye ediyorum buradan.
  8. Sıcak yemeklerde ise beğendili kebabı tek geçerim. Beğendinin ağzımda eriyen ve varlığını uzun süre devam ettiren o harika tadı inanılmazdır.
  9. Mekanın şerbetleri muazzamdır. Kızılcık, ahududu, böğürtlen ve vişne şerbetlerini öneririm.
  10. Yemek sonrasında, mutlaka komposto yemelisiniz. 8-10 çeşit çıkarıyorlar. Benim favorim karışık kompostodur.
Yazı burada bitecek gibi duruyor, ama bitmeyecek, zira iki tane parantez açacağım. Bunlardan birisi, Hacı Abdullah'ta her defasında içtiğim "çedene kahvesi". Bendeniz, bir lokantada yıldız bir yemek varsa, ben oraya gidip o yemeği yerim, başka hiçbir şeyi önemsemem diyenlerdenim. İşte çedene kahvesi de böyle bir yıldız değerli okurlar. Tadı müthiş. Kendisi bir kahve değil, ama böyle anılıyor. Bazı yerlerde çedeneye menegiç de diyorlar. Araştırma yapmadım ama fıstık gibi bir şey olduğunu tahmin ediyorum. Hacı Abdullah'a gittiğinizde mutlaka için. Hatta sadece bunu içmek için Hacı Abdullah'a gidin diyebilirim.

İkinci parantezim fiyat için. Bazen çok yüksek fiyatlar geliyor, ben açıkçası bundan rahatsızım. Sanırım her gün turistlerde dolup taştığı için turistik bir tarife geçerli oluyor bazı zamanlarda. Mekanın buna dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum.


Sözün özü fiyata itiraz etmekle beraber, pek çok açıdan Hacı Abdullah Lokantasını çok seviyor ve takdir ediyorum. Şimdiye kadar gitmediyseniz mutlaka gidin, komposto yiyin, çedene kahvesi için.


Sakızağacı Cad. No:17
Telefon: 0 212 293 85 61
www.haciabdullah.com.tr 


12 Ocak 2012 Perşembe

"Bourdain Meselesi Hakkında"

Hayatta ne veya kim olmak istediğimiz çok önemli.

Bence "hayatın anlamı" diyebileceğimiz genel bir tanımlama olması imkansız. Hayatın anlamı tamamen kişisel bir mesele gibi geliyor bana.

Bendenizin de dünya üzerinde en çok hayran olduğu, takdir ettiği ve hatta gıpta ettiği insanlar, işte bu "hayatın kişisel anlamı"nı bulmuş ve onu takip eden şahıslar.

Anthony Bourdain denen üstad da, kendi açısından hayatın anlamını bulmuş ve onun peşinden sonunda kadar giden ve bu yolda sınır tanımayan müthiş bir adam.

Bu büyük usta hakkında yazmak haddime düşmez diye düşünmeme karşın, yine de cesaretimi toplayıp, en azından onun yaptıklarının bende yarattığı etkileri kısaca paylaşmak istedim.

Burada okuyacaklarınız, bendenizin, hayret ve şaşkınlıkla izlediği bu adam karşısındaki izlenimlerinden ibarettir.

Kimdir Bourdain? 55 yaşlarında, New York doğumlu, New Jersey'de yetişme, senelerini büyük lokantaların mutfaklarında geçirmiş, New York'ta uzun yıllar Brasserie Les Halles'in şefliğini yapmış, ardından kendini yazmaya, sonra da televizyonculuğa vermiş, şimdilerde hem yazan, hem program sunan, hem bloglarda fink atan, hem de Top Chef gibi yarışma programlarında jürilik yapam bir şahsiyet.

Yetmişli yıllardan seksenlerin belirli bir bölümüne kadar eroin de dahil, her türlü uyuşturucuyu denemiş, New York lokantalarının mutfaklarında Rock Star hayatı yaşayarak enteresan bir dönem geçirmiş. Punk müziğe , domuz etine ve sigara içmeye (günde iki paket) bayılırken, vejeteryanlardan ev McNuggets'ten nefret ediyor. Travel Channel'de yayınlanan programının adı "Anthony Bourdain: No Reservations". Gezi-yemek programı gibi değerlendirilebilir. Türkiye'de dahil dünyanın her yerini dolaşıp, yerel birileri eşliğinde halkın takıldığı yerlerde yiyerek düşüncelerini anlatıyor.

Bu kısa özeti geçtikten sonra esas konuya dokunalım sevgili okurlar:

Dün akşam, arşivden yayınlanan bir No Reservations'u izlerken bu yazıyı yazmaya karar verdim. Üstad Prag'da takılıyordu bu sefer. Daha önce izlemiş olmalıydım bu bölümü. Onu gezdiren adamın şaşkın bakışları altında bir sokak satıcısından aldığı sosisi ve ekmek arası kızarmış peyniri yiyor, yanıda bira içiyordu. Gözlerindeki mutluluk ve "ben bunun için yaşıyorum" ifadesi görülmeye değerdi.

Ardından bir Çek ailesinin evinde domuz keserek yapılan bir yemeğe konuk oldu. Evde kalabalık bir aile, eşler dostlar, hep beraber domuzun iç organları da dahil tüm uzuvlarıyla ayrı ilgilenip pişiriyorlardı. Elle sosis yapılan kısmı görünce iyice coşan Bourdain'in mutluluğu ve coşkusunu görünce yaşamdan hiç keyif alamadığımı daha iyi anladım. Üstad kafayı da bulmuştu hafiften ve memnuniyetine diyecek yoktu.


Değerli dostlar, ben yaşamım boyunca bu kadar iştahla yemek yiyen, bu kadar yemekten zevk alan, bu denli kendini kaptırıp yemeklerle ilişki kurabilen bir adam görmedim.  Gittiği her ülkede, ister Arabistan çöllerinde bir deve tandır şöleni olsun, ister Paris'in en pahalı lokantası, isterse İstanbul'da toplu iftar yapılan bir meydan, her zaman gözleri ışıldıyor Bourdain'in.

Yemekle kurduğu yakınlık, büyük bir sevgiliye duyulan aşk gibi. Bu büyük aşkı bir mesleğe dönüştürüp bir de üstüne ondan büyük para kazanması cabası.

Anlatmaya çalıştığım, Bourdain'in ne kadar başarılı bir şef olduğu, nasıl yaman programlar yaptığı, ne denli akıcı bir üslupla harika kitaplar yazdığı değil kesinlikle. Yanlış anlaşılmasın.

Ben aldığı zevkten, bu zevki tadarken kendinden geçmesinden bahsediyorum.

Yaşadığımız hayatları düşünüp onunkiyle kıyaslayınca büyük hatalar yaptığımızı çok daha iyi kavrıyorum. Gerçekten içimizde var olan dürtülere kulak vermek yerine, genelde toplumun bizi sürüklediği pozisyonlara ve işlere yöneliyoruz.

Toplumumuz "çocuklarını büyütmeyi", "emekli olmayı", "ölmeyi" bekleyen insanlarla dolu. Bunlar bana bir amaç gibi gelmiyor.

Bourdain'in "Kitchen Confidentials -Mutfak Sırları" kitabını okuduğumda, yemeğe duyduğu merakın daha küçücük bir çocukken, Fransa'ya yaptığı bir yolculukta yediği bir istiridye ile başladığını öğrenmiştim. Tıpkı Marcel Proust'un anıtsal eseri "Yitik Zamanın Peşinde"nin çıkış noktası olan, çaya banılan o "madlen" gibi...

Belki de yaşamımızdaki bu kırılma noktalarına yeterince önem vermiyoruz diye düşünüyorum. Onların peşinden koşmuyoruz.

Neden yazıyorum? Hayran olduğum bir adama benzemek mi istiyorum. Sanmam. Asla yemek yapmayı öğrenemeyeceğim. Fakat Bourdain'in yarısı kadar keyifle yemeği başarabilir, yemekle arama kimsenin girmesine izin vermezsem çok mutlu olurum.

Bu bile hayatın anlamını bulmama yetebilir.


12.01.2012 Ataşehir

11 Ocak 2012 Çarşamba

Pera Thai

Değerli okurlar, geçen yazımda da belirttiğim gibi, bir süredir müşterisi olduğum, fakat tembellikten hakkında yazmayı hep sonraya bıraktığım Pera Thai ile ilgili bir şeyler karalamamın zamanı geldi diye düşünüyorum.
Bugünkü yazım lokantadan ziyade önemli bir "değer" olarak nitelendirebileceğim bu mekan ile ilgili olacak. Zira Tayland mutfağı konusunda çok fakiriz.
Ama önce Uzakdoğu meselesine değinelim.
Memlekette "Uzakdoğu yemeği" dendiği zaman Çin lokantalarının, Çin yemeklerinin anlaşıldığı bilinen bir gerçek.
Özellikle seksenli yıllarda İstanbul'da açılmaya başlayan Çin lokantaları, halkımızı bu lezzetlere alıştırdı. İlk başta çok yüksek olup sadece belirli bir kesime hitap eden fiyatlar, zamanla düşerek farklı gelir gruplarının da bu mutfağa aşina olmasına yaradı.
Ardından Japon lokantaları ve sushi barlar açıldı, Japon yemekleri de yavaş yavaş hayatımıza girdi.
Bendeniz her iki mutfağın da hayranı ve ciddi bir tüketicisiyim. Seksenli yıllarda Bebek'teki Çin Lokantası'da ilk defa tattığım muhteşem lezzetleri bugün bile unutamam. Yemek bittiğinde gelen "fortune cookie"lerin heyecanı hala çok canlıdır belleğimde. Ardından ailece müdavimi olduğumuz Hilton Dragon'da tadına baktığım enfes Pekin ördekleri de belleğime nakşolmuş halen durmaktadır.
Bugün ise take-out tarzı Çin yemeği siparişi vereceğim zaman Chinese in Town'u, oturup yiyeceksem Feneryolu'ndaki Mai Ling'i tercih ederim. (Mai Ling başka bir yazının konusu olacaktır)
Japon mutfağının yeri ise ayrıdır. Bendeniz pişmiş Japon yemeklerinden ziyade Sushi hastasıyım diyebilirim. Gittiğim onca Japon lokantası arasında, "yiyebildiğin kadar" kampanyaları yapan (ve beni tanıdıktan sonra buna pişman olan) Hai Sushi'yi saygıyla anıyorum.
"Bu girizgahın sebebi nedir?" diye soracak olursanız, konuyu, Çin-Japon mutfakları kadar ön planda olması gerekirken önemsenmeyen, hatta ülkemizde pek tanınmayan Taylad mutfağının da  en az diğerleri kadar önemli olduğuna bağlayacağımı belirtmek isterim.
Yıllarca önce Tayland'a gittiğimde lokantalarda, hatta sokaklarda her köşebaşında nefes almadan yediğim enfes yemeklerin İstanbul'da da olmasını dilediğimi anımsıyorum şimdi. Pek çok insanımızın hazzetmediği köri ve kişniş kokuları içinde kendime çektiğim ziyafetler hala aklımda tüm canlılığını koruyor.
Bangkok'ta geçirdiğim günleri unutmam imkansız.
İnsanların Budist olmalarından kaynaklanan inanılmaz pozitif hayat tarzları, bol partıltılı gece hayatları, gökyüzü treni dedikleri ulaşım sistemleri, tahammül sınırlarını zorlayan trafikleri, Chang birası içerek rock dinledikleri, binlerce kişinin oturduğu bira bahçeleri, tapınakları, sokakta yeme alışkanlıkları beni çok etkilemişti gittiğim zaman.
Pera Thai ise, Tayland'a gidemesem de, oradaki lezzetleri ve kokuları bana getiren harika bir lokanta olarak gönlümde yerini koruyor diyebilirim.
Geçen hafta yazısını paylaştığım Da Vittorio ile kapı komşusu Pera Thai. Tepebaşı'ndan Şişhane'ye giderken Öğretmenevi'ni geçtikten sonra sağ kolda bulabilirsiniz. Şu aralar popüler görünen Good Mood'un tam karşısında.
Mekan ile ilgili görüşlerimi paylaşmam gerekirse:
  1. Tıpkı Da Vittorio gibi çok şirin bir mekan burası. İnce uzun, küçük (65 kişilik), Uzakdoğu'yu anımsatan öğelerin dekorasyonda göze çarptığı bir lokanta. Haftasonları gidecekseniz mutlaka rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Zira özel bir seven kitlesi var buradaki yemeklerin.
  2. Lokanta 2001 yılında açılmış ve ahçıları Taylandlı. Tayland hükümeti tarafından dünyada Tay mutfağını kalitesi ile temsil eden ve belirlenmiş standartlara sahip The Select ödülünün İstanbul'daki tek temsilcisi.
  3. Garsonlar güleryüzlü ve son derece bilgili. Tavsiye istediğiniz zaman sizi çok doğru yönlendirip ideal yemekleri bulmanızı sağlıyorlar. Çoğu kişi Tayland mutfağını tanımadığı için, burada verilen servis kritik bir önem taşımakta.
  4. Ayrıca, burada bahsetmeden edemeyeceğim bir konu var. Mekana son gittiğimde okuma gözlüğümü unuttuğumu fark ettiğimde, menüyü görebilmem için bana yakın gözlüğü getirdiler. Gerçekten müşteri memnuniyetini üst seviyede tutmayı çok iyi biliyorlar.
  5. Yemeklere geçmeden önce naçizade önerim: İçki içmek istiyorsanız, ne seçeceğinize çok dikkat edin. Farklı şaraplar seçebileceğiniz bir şarap menüleri mevcut, lakin bu yemeklerle şarap içilmesini ben pek önermiyorum. Bunun temel sebebi Tay yemeklerinde acının çok önemli bir yer tutması. Acılı ve körili yemeklerle birlikte iyi bir şarabın keyfini sürmenin zor olacağına inananlardanım. İlle de içki içmek istiyorsanız, bence Pilsner tarzı bir birayı tercih etmelisiniz. Baharatlı lezzetlere eşlik etmesi açısından doğru bir seçim olacaktır.
  6. Doğal olarak acı meselesini de gündeme almak gerekiyor sevgili dostlar. Öncelikle garsonların size acı seviyesi ile ilgili sorular yönelttiğini ve "acı toleransı"nızı öğrenmeye çalıştıklarını belirtmeliyim. Bendeniz her zaman "orta acılı"dan yana kullanıyorum tercihimi. Bu seviyede bile insanın dudaklarının şişme riskinin olduğunu belirtmem gerekiyor. Klasik Tayland acısı isterseniz çok zorlanırsınız. Benden uyarması. Delikanlılığın lüzumu yok !
  7. Neler yediğime gelince...Başlangıç için çorba seçimi yapmak her zaman akıllıca olur burada. Benim favorilerim Tayland Usülü Acılı Karides Çorbası (TOM YAM GUNG) ve Deniz Ürünlü Acılı Ekişili Çorba (POH TAEK). Karides çorbası kişniş lezzetinin en üst seviyeye çıktığı, orta acılı içtiğinizde tadına varacağınız, akışkanlığı yüksek bir çorba. Deniz ürünlü olan ise, daha yoğun kıvamlı, sarmısak tadının ciddi şekilde hissedildiği çok lezzetli bir karışım. Her ikisini de tavsiye ediyorum.
  8. Çorbalar dışında ortaya söylenebilecek, favori yemeklerimden bir tanesi, başlangıç için, fıstık ve salatalık soslu tavuk satay. Bunu et olarak da alabilisiniz. Şişte gelen köftemsi tavuğu fıstık ve salatalık sosuna banarak yemek ayrı bir keyif.
  9. Ana yemek için iki önerim olacak sizlere.Taylan Usülü Tatlı ve Ekşi Soslu Dana Eti (PHAD GAI PEOW WAN) ve Kırmızı Körili, Yeşil Biberli Fırınlanmış Ördek (PANAENG PED). Dana eti gerçekten çok güzel, yine kararında acısı ve içindeki sebzelerin ve etin yumuşacık uyumuyla damağınıza bayram ettiriyor. Ördek ise, bol köri soslu, yanında mutlaka pilav yemenizi gerektiriyor ve acı. Ben her ikisini de çok sevsem de, tabağıma aldığım pilavın üzerine köri soslu ördeği ilave edip yediğimde gerçekten keyiften coşuyorum diyebilirim. Müthiş bir lezzet. İnsan uzun süre kendine gelemiyor yedikten sonra. Lokantada ekmek olsa, suyuna ekmek de banılabilir.
  10. Tatlı mevzuuna gelince...Burada kızarmış muz ve vanilyalı dondurma, kızarmış dondurma yemenizi öneririm. Acı yemeklerin üzerine çok iyi gelip önemli bir denge yaratıyor. Ardından da hazmetmenizi hızlandıracak bir yasemin çayı içmenizi şiddetle tavsiye ederim.
  11. Hesap ölümcül değil, bence verilen hizmetin doğru karşılığı olarak geliyor. İki kişi alkol olmadan 145 TL geldi. Öderken içim çok rahattı.
Pera Thai, rahatlıkla söyleyebilirim ki, yeme içmeden keyif alan insanların kendilerini çok mutlu hissedecekleri bir mekan. Çok özenli ve başarılı. Ziyaret ettiğinizde garsonlardan tavsiye almayı ve gitmeden önce rezervasyon yaptırmayı unutmayın.

PERA THAİ
Evliya Çelebi Mh.  Meşrutiyet Caddesi 74,
34421 Beyoğlu/İstanbul
Tel:0212 245 5726



3 Ocak 2012 Salı

"Neden Yazıyorum?"

Bu tür yazılardan ilk defa yazıyorum.

Dolayısıyla seçeceğim konunun da, neden böyle bir işe kalkıştığımın bir açıklaması olması gerekir diye düşündüm sevgili okurlar.

Hayatta nefret ettiğim insan tiplemeleri var. Evet, bu iş böyle. Bazı insanları seversiniz, bazılarından nefret edersiniz. Ama Türkiye gibi bir dansözler ülkesindeyseniz, renk vermeden önünüze bakmaya çalışırsınız.

Ne yalan söyleyeyim, benim hayatım da politik kıvırtmalar, sahte gülümsemeler, hıncını içinde tutmalarla geçiyor.

Kırk yılda bir farklı davranayım istedim. İşte az önce söylediğim "hayatta nefret ettiğim tiplemeler var" sözü de buradan yola çıkarak söylendi.

Ben doymak için yemek yiyenleri sevmiyorum kardeşim. Yok efendim, Maslow'un ihtiyaçlar piramidinde yeme-içme, barınma ve seks en altta yer alıyormuş, insanların en temel ihtiyacıymış bunlar.

Kesinlikle böyle yaşamıyorum ben. Hayatıma devam etmek için yemiyorum. Zevk almak için, keyifli zaman geçirmek için, gözümü kapatıp her şeyi unutmak için yiyorum.

Kolesterol, trigliserid, ürik asit, tansiyon gibi meseleler var masada her zaman.

Ama hep bunları düşünüp keyifsiz bir hayat süreceksem neden yaşayayım ki?

Bunu da yazmak istiyorum.

Bu denli basit bir çıkış noktası var okuduğunuz blog'un.

İsli bira içerken aldığım füme et kokusunu, ağzımda eriyiveren bir dana tartarın muazzam lezzetini, kararında acısıyla beni kendimden geçiren bir kebabın nefis kuyruk yağını, kocaman ve yağlı bir Dallas steak'i kemiğinden sıyırdığım anın coşkusunu, ona eşlik eden gövdeli bir kırmızı şarabın hafif burukluğunu, Kaş'ta yediğim bir ahtapot ızgaranın unutulmaz hatırasını, Kadıköy'ün bir ara sokağında tadına baktığım harikulade bir beyaz çikolatalı muhallebinin içimi fenalaştırmasını, yüzüm kızararak yediğim gerçeküstü bir taramanın kızamış ekmeğin üzerinde duruşunu, hatta ve hatta kaşık kaşık yediğim Nutella'nın damağıma sıvanan sadık dostluğunu hepsini, her şeyi anlatmak istiyorum.

Ülkemizde yeme-içme bloglarının çoğunun evde vakit geçiren hanımların yemek tarifi siteleri olduğunu üzülerek görüyorum.

Birilerinin de o yemekleri yemesi, yediklerini anlatması lazım.

Ama böyle bir içeriğe sahip site sayısı çok az görülüyor. Lokantaların isim, adres bilgilerini verip, yıldızlı rating yapan siteleri ise bu kategorilerin dışında tutuyorum. Onlarda hiçbir derinlik bulamıyorsunuz mekanlarla ilgili.

Bundan ötürü, ben de haftada bir mekanlarla ilgili kendimce düşüncelerimi paylaştığım bir günce tutmaya karar verdim.

Okuyan okur, okumayan da ne yaparsa yapsın artık.

Sağlıcakla,

Altunizade 3 Ocak 2012

2 Ocak 2012 Pazartesi

Da Vittorio

Şişhane mıntıkasında, dalgınlıkla önünden geçerken fark edemeyebileceğiniz, küçük, sımsıcak bir lokantayı anlatacağım bugün. Adı Da Vittorio...2009 senesinden beri bendenizin pek sevdiğim Pera Thai'in komşusu olarak müşterilerini ağılıyor. Pera Thai'de yediğim yemekler esnasında, her defasında, "Neden şurada yemiyoruz?" diye kendi kendime sorduğum, fakat nedense gitme fırsatı bulamadığım Da Vittorio'yu, sonunda imkan yaratıp ziyaret ettim.
(Bu arada Pera Thai konusunda bir yazı yazmamış olduğumun da farkındayım, ama tembellik dışında geçerli bir sebebi yok bu durumun)
Tam nerede diye sorarsanız, Tepebaşı'ndan Şişhane'ye giderken, Meşturiyet Caddesi üzerinde, o muazzam Öğretmenevi'ni geçtikten sonra sağda görebilirsiniz bu şirin lokantayı. Dekorasyonu gereği biraz karanlık ve gözlerden ırak duruyor, dikkatli bakın.
2009 yılında Vittorio Sindoni tarafından kurulmuş. Sindoni, Palermolu bir İtalyan. New York'ta İtalya'da yıllarca çalıştıktan sonra, Paper Moon projesi için 1996 yılında İstanbul'a gelmiş, 2007 senesinde Spice Market'in açılması için yine soluğu kentimizde almış. Bice'de çalıştıktan sonra da kendi lokantasını açmaya karar vermiş.
Vittorio için bir parantez açmak lazım sanırım. Ambians, yemekler, vs. gibi konulardan söz açmadan önce bu adamı iyi tanımamız gerekiyor. Zira mekana havasını veren, müşterileri buraya çeken, bu lokantayı bu denli popüler yapan, insanları sıra bekleten sadece yemekler değil, Bay Sindoni'nin ta kendisi...
Nusr'et Steakhouse'dan bahsederken özellikle Nusret'in üzerinde durmuştum. Mekanı ayakta tutan, adeta her şeyin üzerine inşa edildiği kişi oydu çünkü. (Not: İşletmesinin yarısını Doğuş Grubu'na satmış ve 5 yeni şube açacağını öğrenmiş olduğum için büyük üzüntü içerisindeyim. Asla aynı hava olmayacaktır bu kadar büyüyünce.)
Burada da, tıpkı Nusret örneğinde olduğu gibi, Vittorio Sindoni'yi masaların arasında koşuştururken, müşterilerle sohbet ederken, hatta bizzat yemek servisi yaparken görüyorsunuz. Çok sıcak kanlı, sürekli bir gözü ile sizi takip eden, işlerin yolunda gitmesini sağlayan, her yediğiniz lokmada, memnuiyet seviyenizi ölçecek şekilde, ama asla sizi rahatsız etmeden takip eden enteresan bir kişi. Bu adamın lokantadaki enerjisini görünce, işlerin neden iyi gittiğini hemen anlayıveriyorsunuz.

Gelelim mekanın değerlendirilmesine:
  1. Dekorasyona tek kelimeyle bayıldım. Bir mekanı daha sıcak, daha mutluluk verici yapmanız bence mümkün değil. Her kimin eli değmişse kendisine tebriklerimi iletiyorum. Renkler, ışıklandırma harika. Bu kadar küçük bir mekana bu kadar masa koymak ve buna rağmen insanların kucak kucağa olmadan, kendi alanlarına sahip olarak yemek yemelerini sağlamak büyük başarı. Duvardaki siyah-beyaz resimler, insanın iştahını kabartan sıra sıra dizilmiş şaraplar mekana ayrı bir hava katıyor.
  2. Kapıdan girdiğinizde üç maymun resminin olduğu salon ve hemen sağda duvarları siyah çerçeveli fotoğraflar ile donatılmış küçük bir yemek odası var. Ben daha geniş olan salonda oturdum.
  3. Da Vittorio'nun atmosferindeki en temel sorunlardan biri, küçük olmasından kaynaklanan gürültü problemi. Doğal olarak herkes bir ağızdan konuşmaya başladığı zaman insan kendi söylediklerini bile duyamıyor. 
  4. Müşteri profili, kazanç seviyesi ve yemek zevki iyi, genelde dostlarla sohbet etmek ve hoş bir yemek deneyimi geçirmek isteyen insanlardan oluşuyor. Piyasa mekanı değil yani. Herkesin birbirini süzdüğü, incelediği ve bir şeyler umduğu yerlerden değil. Gelenlerin tavırlarından, Da Vittorio'da müdavim müessesesinin ciddi şekilde çalıştığını gözlemledim. İçeri girenlerin Vittorio Sindoni ile kucaklaşması, uzun uzun konuşmaları, mekanı düzenli olarak ziyaret eden bir kitle olduğunu gösteriyor.
  5. Menüye baktığımızda klasik İtalyan'dan ziyade Sicilya mutfağına kayan bir yan bulmak mümkün. Ben doğal olarak kendi tattıklarımı anlatacağım.
  6. Öncelikle bıldırcın yumurtalı tartar ve roka salatalı ızgara kalamar yedim. Hiç utanmadan söylüyorum ki, koskoca bir tartar tabağını kendi başıma mideye indirdim. Hiç pişman değilim sevgili dostlar. Hafif yüzüm kızardı, belki kolesterolüm tavan yaptı, hatta tansiyonum yükseldi. Ama bu deneyime değerdi. Satırla kıyılmış, soğanla ve maydanozla harmanlanmış dana etinin lezzetini şimdi bile unutamıyorum. Bunu mutlaka deneyin derim.
  7. Roka salatalı ızgara kalamar da lezzetliydi, ama bugüne dek daha güzel kalamar kombinasyonları denediğim için uzun uzun yazmayacağım. Hafif ve şık bir giriş yemeği diyebilirim.
  8. Ardından günün risottosunu söyledim. Farklı mantar çeşitleri ile pişirilmiş bir risottoydu. İşte lokantayla ilgili tek hayal kırıklığım burada oldu. Risottoyu lezzetsiz, aşırı sert ve diri buldum.
  9. Kırmızı şarap ve balsamik sirkede pişirilmiş dana bonfile ise enfes bir yemekti. İyi bir kırmızı şarap ile damağıma bayram ettirdi. Yumuşak ve şarabın tadını taşıyan, balsamik sikeyi ise çok hafif hissedebildiğim bir kombinasyondu.
  10. Şarap olarak Sevilen Centum sipariş etmek istedim, fakat kalmadığını belirttiler. Önerileri üzerine Selendi'nin bir şarabını denedim. Selendi 2009...Koyu bordo renginde, koyu meyvaların aromaları aldığım, hafif tanik, kırmızı etle çok iyi giden bir sek şaraptı diyebilirim.
  11. Tatlı olarak Crem Brulee ile geceyi noktaladım. Tam kıvamındaydı.
  12. Hesap konusuna gelince, doğal olarak az değildi diyebilirim. Kişi başı 150 TL'den aşağı çıkamayacağınızı belitmemde fayda var. Fakat iyi yemek, böylesi bir hizmet ve atmosferin bir bedeli olmalı diye düşünüyorum. Yeme içme kültüründe hala yeterince ilerleyememiş bir memlekette fark yaratmanın karşılığını almanızdan daha doğal ne olabilir?
  13. Mutlaka rezervasyon yaptırın. Kapıdan girip yer bulmak neredeyse imkansız.
Sözün özü, hem romantik akşam yemekleri için, hem de doğumgünü gibi özel günlerde gidebileceğiniz ve çok keyifli bir gastronomik tecrübe edineceğiniz şık bir mekan Da Vittorio. En azından bir kere gidip zevkine varmanızı tavsiye ederim.

Da Vittorio
Meşrutiyet Caddesi Ansen 130
Tepebaşı İstanbul
Tel: (0212) 245 88 17