22 Ekim 2013 Salı

Filizler Köfte - Ümraniye

 
Ben köftenin orta yağlı, ekmeği az, baharatı kararında, ağızda insana bir miktar mukavemet eden, yine de ama, sizinle çok da savaşmadan teslim olup damağınıza sıvanan cinsini severim sevgili okurlar. Çocukken rahmetli babam beni elimden tutmuş, şimdi tam lokasyonunu anımsayamadağım, ama Şişli-Osmanbey çevresinde olduğunu hayal ettiğim Çiftnal'a götürmüştür. Kutsal bir gün olarak belleğine işlenmiş o güne dek ev köftelerinin ağızda dağılan, az yağlı dana ve kuzu eti karışımından çekilmiş kıymalarla yapılmış, soğanı sarmısağı kıt doğasına aşina olan kulunuz, Çiftnal'ın bazı fanilerin bünyelerine "kayış gibi" gelebilecek çoşkulu köftelerini görünce şaşkınlıktan bir süre konuşamamıştır. Adeta nutku tutulmuştur. Çiftnal seyahatlerinin hafif çapta bir aile geleneğine dönüşmesi, Alp Artam'ın kişisel tarihçesine bu şekilde yerleşmiştir işte. Sonraları, lokanta Fulya'dan yukarı tırmanan yokuşun başındaki nam-ı diğer "Süslü Karakol" binasına taşındığında da bu gelenek sürmüş, köfte yolculuğu devam etmiştir. Ben -itiraf ediyorum- hayatım boyunca, her gittiğim köftecide Çiftnal köftesinin tadını aradım seneler boyunca. Isırdığınızda hemen pes etmeyen, biraz huysuz mizaçlı, yağlı, ama yağları şıpır şıpır tabağa dökülmeyen bu köftenin peşinde koştum hep. Zaman zaman buna yaklaştığımı düşündüğüm anlar oldu. Örneğin burada eleştirisini yaptığım, Gayrettepe'nin saklı yıldızı Sini Köfte'nin ürettiği ufaklıkları hayli sevdim. Yine de, pek sık gittiğim, türlü türlü farklı köftelerinin tadına baktığım, Bizim Köfte ya da Ramiz gibi yerlerde, aradığımı bulamadım. Azıcık fabrikasyon kokan bu zincirlerin, ara ara ziyaret etsem de, bana çok uygun olmadığını düşünüyorum şimdilerde. Gelelim burada yazsını okuduğunu Filizler Köftecisi'nin resmin neresinde durduğuna. Bu lokantayı klasik mekanı olan Tuzla'da birkaç kez ziyaret ettiğimi söyleyebilirim, ama bu çok eskide kaldı ve nice zamandır Tuzla'nı yolları bendenize pek uzak geliyor. Benim gibi belleği hayli küflenmiş bir demans hastası adayından, seneler önce gittiği Tuzla lokantalarının kritiğini yapmasını beklemek insafsızlık olur. Sonra, Altunizade'de çalıştığım için, bana nispeten yakın olan Üsküdar şubesine de gittim Filizler'in; misafir ağırlama kapasitesine ve Boğaz'a bodoslama dalan manzarasına açık bir ağızla hayran hayran baktım. Ve fakat, bu okuyacağınız yazının konusu, yeni açılan Ümraniye şubesi olacak sevgili okurlar. Filizler Köftecisi, işte tam da "Ümraniye Kırsalı"nın göbeğine konuşlanmış bir işletme. Her kim buraya bu köfteciyi açtıysa çok büyük akıllılık etmiş, zira fazla klimadan kafası bulanmış plaza insanlarının alışveriş merkezleri dışında gidecek yerlere de ihtiyacı olduğunu görüp, doğru zamanda doğru hamleyi yapmış Filizler Köftecisi'nin sahipleri. Tebrik etmek lazım! Dolup taşıyor zaten ve bundan sonra da böyle devam edecek gibi. Mekan büyük, önünde vale servisi var, açık ve kapalı salonları mevcut. Tüm kalabalığa karşın garsonlar son derece süratli ve siparişler aksamıyor. Herkes son derece güleryüzlü. Belki de en çok bu hoşuma gitti, diyebilirim. Kaşarlı, acılı, sade köfteden müteşekkil karışık köfte tabağı ve piyaz sipariş ettim gittiğim zaman. Köfte beni mutlu etti, kesinlikle gevşek ve ağızda dağılan bir bünyesi yoktu. İstediğim kıvama yakındı. Acısı biraz mide yakan cinstendi. Bunu belirtmek lazım. Ayrıca masalara koydukları turşular ve taş fırın ekmekleri çok iyiydi. Eğer öğle vakitleri Ümraniye'de debelenen güruhtansanız, burada yemeniz yerinde olacaktır dostlar. Temiz, süratli ve hesaplı bir lokanta. Yemekleri de güzel.





Küçüksu Cad. No:71 Ümraniye (Türk Telekom Karşısı)

444 53 83 info@filizler.com

11 Ekim 2013 Cuma

Dardenia - Buyaka


Efendim, bendeniz önyargılara bulanmış, sabit fikirlerle yoğrulmuş, beğenme konusunda son kertede inatçı ve dikbaşlı bir kimse olarak tanınırım. Kafamda bazı "siyah" ve "beyaz"lar raks eder çoğu zaman. "Gri"lerle ilgili bir sorunum vardır kendimi bildim bileli. Ezelden beridir meseleleri kategorilerin içine sokuşturmak isterim. Bu şekilde -sanırım- kafam rahat ediyor, bir nebze de olsa huzur buluyorum. Sözgelimi, "alışveriş merkezlerindeki lokantalardan hayır gelmez" beynime nakşolmuş, asla kurtulamadığım nefret yüklü bir slogandır. Ya da "fast food yazılmaya değer bir şey değildir" söylemi, hızlı hızlı hazırlanan bu yemekler çoğu kez mide bulandırıcı bir fabrikasyon düşüncesini kucakladığı için tarafımca kabul gören bir fikirdir. Bir diğer mesele de, balık konusundaki önyagılarımı dışa vuran "Balık dediğin lüferdir. Balık dediğin Boğaz'da yenir. Balık dediğin buzhaneden masaya inen bir mahluk değildir. Balık dediğin milli içeceğimizle mideye indirilir" gibi klişeleri içeren bir özettir. Ve bendeniz, bazen, tüm önyarılarıyla salına salına yürürken, büyük bir şokla karşılaşıp aniden poposunun üzerine oturan ve birden bire kafasında o güne dek inandığı pek çok fikir yerle yeksan olan bir adam da olabilirim aynı zamanda. Demek istediğim, bir gün, bir alışveriş merkezinde, fast food mantığıyla hazırlanmış, levrek ve somon gibi bana uzak balıkları içeren bir menüsü olan ve yanında diyet kola içtiğim bir lokantaya gidip çıkardıkları işe resmen bayılarak, o güne dek kafamı işgal eden düşüncelerden utanabilirim. Okuyacağınız, sevgili okurlar, aslında yukarıda yazdığım önyargılarım için Dardenia'dan dilediğim bir özürdür. Kendisine, günlerden bir gün, Ümraniye kırsalının en civcivli bölgelerinden birinde, medeniyetimizin korku verici anıtlarından birisi olan Buyaka abidesinin içinde rastladım. Ayağım gitmedi ilk başta, zira o güne dek, senelerdir Capitol'de burnumun dibinde duran böyle bir balıkçıya bir kere bile adımımı atmamıştım. Gelen yağ kokusundan mütevellid, midem ve ben oraya girmeye gönül indirememiştik bunca zamandır. Ama bu kez durum farklıydı. Bir defa zerre kadar kokmuyordu burası. Aydınlık, pırıl pırıl bir mekandı. Çalışanlar zımba gibi görünüyor ve masalar arasında hızlı hızlı koşturuyorlardı.  Önce kasaya gittim, yiyeceklerimi seçtim, ödememi yaptım. Sonra bana bir numara verdiler, verdikleri numara ile masama çöreklendim. Kısa bir bekleme süresinin ardından yemekler geldi. Güya dikkat ediyoruz ya beslenmemize, çorba ve salata yiyelim dedik. Mini midye çorbası derler bir nefaset ile tanıştım önce. Kıvamlı, ustalıkla terbiye edilmiş, o minyon midyeleri insanın damağında dans eden güzel bir çorba lüplettim düşünmeden. Sonra salata üstü somon geldi. Güzel pişmiş somonun altında yatan, aslında başlı başına bir yemek olarak kabul edebileceğim salata çok hoşuma gitti. (Benim gibi etobur bir adamı tatmin edecek bir salatanın öyle sık rastlanan bir konsept olmadığını unutmayın!)  Ayrıca yanında verdikleri dolgun ve doyurucu ekmeklere de hasta oldum. Başka bir sefer de salatanın levrekli versiyonunu yediğimde, tıpkı somon salatasından sonra olduğu gibi yüzüm gülerek kalktım masadan. Bu lokantanın bir zincir olması, alışveriş merkezlerinde konuşlanması ve fast food tarzı servis sunması, inanın değerinden en ufak bir şey kaybettirmiyor. Dardanel firmasına ait bu işletmenin ilerde çok ses getireceği ve daha çok yerde karşımıza çıkacağından adım gibi eminim. Öğlen yemeklerinde, iş arasında uğramanızı itinayla tavsiye ederim !



Dardenia Buyaka AVM

Fatih Sultan Mehmet Mah. Balkan Cad. No:56 Ümraniye
0216 290 79 50 - 51

10 Ekim 2013 Perşembe

Dem - Karaköy


Dinamik, hiçbir vakit dur durak bilmeyen Beyoğlu coğrafyasının ilgi ve cazibe merkezleri sürekli yer değiştirir. Bu başdöndürücü süreç herkes tarafından gayet iyi bilinen ve artık tarafımızca uysallıkla kabullenilmiş yalın bir gerçektir. Gençliğimin geçtiği bu mecra, bendeniz pek tıfılken tekin olmayan bir bölge olarak bilinmekteydi. Sonra bir şeyler oldu, önce Cihangir Cumhuriyeti ortaya çıktı, sonra Taksim-Galatasaray arası, ardından, Galatasaray-Tünel çizgisi,ve en nihayet, arkalara yayılarak tüm Asmalımescit Mahallesi ve Şişhane canlandı, cıvıl cıvıl, Salah Birsel'in terminolojisiyle "şıngır mıngır" hale geldi. Ve fakat, bendeniz, bütün bunlar olup biterken Karaköy denilen bölgenin, tüm yıkılmaya yüz tutmuş pejmürde iş merkezleri, eski-püskü ve mutsuz görünümlü yapılarıyla canlandığını, silkinip kendine gelmeye çabaladığını bilmezdim. Geçen gün uğradığım sokaklarında, bu coğrafyanın hummalı bir restorasyon sürecinde debelendiğini görüp hayretlere gark oldum, diyebilirim. "Karaköy değişiyor! Aman kaçırmayın!" diye haykıracak kadar naif bir sloganla kafanızı ütülemeye hiç niyetim yok açıkçası. Zira Karaköy çoktan değişmiş, ben de bunu düpedüz ıskalamışım. Yaşam zengini olma çabası içindeki kulunuz için ne kadar büyük bir tökezleme, ne denli affedilmez bir ayıp, ne muhteşem bir sendeleme. Ama yapacak bir şey yok, "Olur böyle vakalar, Türk polisi biber gazını sıkar", diyerek yolumuza ve hatta yazımıza devam edelim. Karaköy'de, açılalı pek de uzun bir zaman olmayan "Dem" isimli mekanı ziyaret etme fırsatım oldu geçenlerde. Ara sokakta, önüne masalar atılmış, içi şirin mi şirin döşenmiş, sımsıcak bir mekan bu. Sabah giderseniz müşterisi bol. Milleti kahvaltı ediyor, çay içiyor, sohbete dalmış gülümsüyor görürsünüz önünden geçerseniz. Efsaneye göre altmış çeşit çayları var. Menü gelince, siyah, beyaz, yeşil vs. gibi çay çeşitleri arasından doğal olarak seçim yapamıyorsunuz. Onlar da, biçare görünüşünüze hafif müstehzi tebessümlerle yanıt veriyorlar. Bakışlarında, "Merak etmeyin, çaresi var" anlatımını okuyabiliyorsunuz garsonların. Çayları seçerken size yardımcı olması açısından tüm çayları içeren bir "koklama kit"i getiriyorlar önünüze. Çayları kokularına göre seçiyorsunuz. Bendeniz vanilyalı bir çay ve Kenya menşeili bir mamülün tadına baktım ayıptır söylemesi. Bana kalırsa denenebilecek çok çeşit var burada. İsterseniz demlikte, arzu ederseniz fincanda getiriyorlar. Yalnız fincanlarda çayın çok çabuk soğuduğu gibi acımasız bir gerçekle yüzleştim gittiğim zaman. Ya çabuk içeceksiniz, ya da porselen fincanda içmeyeceksiniz. Öte yandan, estetik olarak, sundukları fincanlar bir harika. Bunun yanında "atıştırmalıklar" diye nitelendirdikleri yemeklerden yiyebilirsiniz. Croque Madame, Croque Monsieur gibi güzel alternatiflerle bu çayların tadına bakabilirsiniz. Tam not vermek için birkaç defa gitmek lazım mekana. Ama tabii, yazının başında belirttiğim gibi, küllerinden doğan Karaköy abidesinin Muhit, Naif, Unter gibi mekanlarını ziyaret edip bunları da blogun sayfalarına nakşetmek zaruri oldu artık. Vakit kalırsa tekrar gideriz.









9 Ekim 2013 Çarşamba

Rossopomodoro


Geçen gün, çevremdekilerin sürekli pizzadan bahsetmesi, özellikle Beyoğlu coğrafyasında takılanların (!) Mis Pizza'da yedikleri pizzaları ballandıra ballandıra anlatmaları neticesinde, bendenizin içinde ciddi bir "pizza aşerme" durumu peydah oluverdi. Bilenler bilir, içimde bir yemeğe dair kuvvetli duygular hissetmeye başladığım anda, malesef, günün hangi saati, haftanın hangi günü olduğu benim için pek fark etmez; giderim, bulurum, yerim, rahatlarım. Bu sefer de öyle oldu. Kendimi Göztepe Parkı'nın hemen karşısında konuşlanmış, daha önce iki-üç defa gittiğim ve yemeklerinden memnun kaldığım Rossopomodoro'da buluverdim. Bu lokantanın havası hep hoşuma gitmiştir, diyebilirim. Dolu dolu, insana "tamamlanmışlık" duygusu aşılayan, biraz karışık ama yine de oturduğunuzda sizi doymuş hissettiren, kırmızının tonları hakim, oturaklı bir atmosferi var Rossopomodoro'nun. Garsonlar güleryüzlü, park yeri sıkıntılı gibi görünse de valesi var, işleriniz hemen halloluyor. Hoş görünümlü bir Amerikan barı, kocaman da bir taş fırını var. Pizzaları ise, bana kalırsa enfes. Yerken ağzın içinde rakseden domates sosunu, kaşıklayarak yiyebilir insan. Pizzanızın malzemesi ne olursa olsun, altında usul usul bekleyen bu sosu anlatmam çok zor. Tadına bakmanızı şiddetle öneriririm. Bendeniz mekanda Piccantella adlı pizzayı mideye indirdim bu son gidişimde. San Marzano domates sosu, mozarella peyniri, dana sucuk gibi malzemelerden oluşan bu yemek, yerken harikulade hislerle indi mideme.Fakat, dikkatli olun sevgili dostlar, gün içinde midemi biraz rahatsız etti ve bu nahoş durum, açık konuşmak gerekirse akşama kadar devam etti. Tabii ki, daha önce de belirttiğim gibi, "lezzet = hazım" gibi bir eşitliğe inananlardan değilim. "Yemeklerden hafif kalkmak" istiyorsanız, Muzaffer Kuşhan'nın kliniğine kapanın ve orada sürdürün ömrünüzü. Ayrıca yediğim Carpaccio da hiç fena değildi bu lokantada. Onu da ilave etmeden edemeyeceğim. Bunlar dışında, daha önceki gelişlerimde pizza olarak margarita, tatlı olarak da tiramisu yediğimi, her ikisinden de memnun kaldığımı vurgulamam lazım. Bir gün canınız pizza çeker ve kentimizi hunharca işgal eden fabrikasyon Amerikan pizzalarından uzaklaşmak isterseniz ve Anadolu yakasında bulunuyorsanız, hiç çekinmeden Rossopomodoro'nun yolunu tutabilirsiniz. Aradığınız lezzet ve damak tadını burada bulacaksınız.
  





Rossopomodoro
Prof. Dr. Hulusi Behçet Cad. No.10 - Göztepe - Kadiköy Istanbul
T. +90 216 3852300


1 Ekim 2013 Salı

Flamingo Restaurant



Bazen canın tarifsiz, anlatılmaz, paylaşılmaz derecede sıkılıyor. İçinde önce büyüyüp kaynayan, sonra kabına dar gelip taşmaya yüz tutan devasa iç sıkıntısını dizginlemek için türlü türlü yöntemler deniyorsun sen de. Ülke karışık; iki tür insana rastlıyorsun sokakları arşınlarken: Her şeyin baş aşağı gittiğine inanan karamsar ve endişeliler ve olağanüstü bir refah ve mutluluktan bahseden, cebini yeni yeni doldurmaya başlayan bir kesim. İkisinin ortası yok! İçin sıkılıyor doğal olarak. Güzel bir film seyretmek bir çözüm olabilir, diye düşünerek sinemaların kapısını aşındırıyorsun. Güzel bir sohbet, arkadaşlarla görüşmek, iyi bir futbol maçına gidip Fenerbahçe'yi desteklemek, kafandan geçenleri not defterine kargacık burgacık yazınla karalamak.

Ya da dillere destan bir yemek yiyerek iç sıkıntını tarihin derinliklerine güzelce gömmek.

İyi bir yemek yediğinde mutlaka yazmak istiyorsun. Yazdığın zaman bir sürü detay verip duygu durumuna dair betimlemelere girişiyorsun. En nihayetinde, yazdıklarını sosyal medyada paylaşıyorsun. Olumlu tepkiler alıyorsun bazen. Bunlar "Ne güzel yemişsin"den tut "Ne güzel yazmışssın"a kadar değişiyor. Olumsuz eleştiriler de gırla gidiyor. Hepsinin işaret ettiği nokta aynı "Memleket bu haldeyken, dertleri yazmak yerine, sen yediğin içtiğini yazıyorsun. Yazıklar olsun sana." Senden sosyal medyada sürekli eleştirip toplumun yanlış giden yanlarına dair "post"lar yapmanı bekliyor arkadaş grubun. Oysa ki, dijital bir alanda çalışan sendeniz, sosyal medyadaki tüm bu cevval hareketlerin "körler sağırlar, birbirini ağırlar" mantığıyla, zaten çoğu aynı fikirde olan kişilerin kinlerini birbirlerinin yüzlerine vurdukları bir arena olduğunu gayet iyi biliyorsun. Sokaklarda "götünün kılıyık" diyerek dolaşan bir güruh olduğu sürece, Facebook ve Twitter çılgınlığı, büyüklerimizin deyişiyle "Grand Canyon'da bizon osuruğundan öteye geçemez. "Dolasıyla bırakın da, arada sırada birisi çıkıp, bu kadar karışık bir ülkede, arada sırada keyif aldığı bir şeylerin yazısını da yazıversin." diye bağırmak istiyorsun zaman zaman.

Ama tarihin başında beri içinde tuttuğun ağırbaşlı ve çekingen adam, yine devreye girip seni susturuyor.  Tepki çekmemek için sessiz sakin yaşıyorsun sen de. Bırakınız sinirlensinler, bırakınız köpürsünler, bırakınız sosyal medyada masturbatif postlarla içlerini rahatlatsınlar.

Oysa Flamingo diye bir yer var İstanbul'da. Seni bilenler bilir, iyi bir yemek yediğinde gözlerini kapatıp hayal kurarsın. Bu lokanta önüne getirdiği her tabakta seni düşler aleminin içinde dolaştırmış bir yer değil de nedir? Burada yediğinde o denli mutlu ve huzurlu hissettin ki kendini, aradan haftalar geçmiş olmasına karşın anca kendini etkisinden kurtarıp nispeten nesnel bir üslupla yazmayı deniyorsun. Ve yine de olmuyor. Zaman zaman seni eleştirdikleri "restoran yalakası" durumuna düşmek pahasına, olabilecek en objektif biçimde burayı yazmaya çabalıyorsun.

Mekan Ceylan Otel'in altında, Gezi Parkı'nın hemen yanında, girişi otelden bağımsız ve vale servisi mevcut. (Taksim'e ve Gezi Parkı'na nasıl gidileceğini tarif etmeni bekleyen varsa bu blogdan acilen çıkabilir.)

Dekorasyon eklektik ve verdiği mesaj hayli belirsiz, ama sıcak bir atmosferi var. Özellikle hava karardıktan sonra yakılan mumlar ve ustalıklı bir ışıklandırma ile hoş bir ortam çıkıveriyor karşınıza. Sen Eylül ayında hava sıcakken gittin, hem bahçe hem de iç mekan dolu gibiydi. Kışın içerde nasıl bir oturma düzeni ve akustik olacağı ayrıca araştırılması gereken bir mesele.

Garsonlar deneyimli, takipçi, bilgili, yönlendirici. Sana servis veren garson, senin bir garsondan beklediğin tüm özelliklere sahipti. Tam not aldı. Bunun tesadüf mü, yoksa çalışılarak gelinmiş bir nokta mı olduğunu sadece bir defa gittiğin için bilemiyorsun.

Müşteri kitlesi varlıklı, iyi yemekten hoşlanan insanlardan oluştuğu gibi, yer yer Kardashianesk masalar da göze çarpmıyor değil. Birbirilerine erkek arkadaşlarıyla olan dertlerini anlatan yirmili yaşlarda kızlardan oluşan iki masanın arasında yemeğini yediğin için böyle düşünmen normal. Kötü bir "Sex and the City" tiyatrosu oynanıyor yan masalarda. Babalarının yeterince parası olan tüm bu hatunların erkek arkadaşları ile problemlerini acilen çözmeleri için dua ediyorsun.

Yemekler ise tek kelimeyle...

O-L-A-Ğ-A-N-Ü-S-T-Ü !

Orkinos tartarla başlıyor şölen. Tadına doyamadığın, içinden çıkamadığın bir zevk girdabının içinde debeleniyorsun. Elin kolun bağlı. Bu yemeği yaratan mantık ve zihniyet önünde yerlere kadar eğilip şükretmek istiyorun. Tartarın  yanındaki avokado ile uyumu ise seni derin şaşkınlıklara sürüklüyor.



Bir anda masada arzı endam eyleyen ahtapot carpaccio ise nefesleri kesecek cinsten bir başyapıt. Senin gibi hem carpaccio, hem de ahtapot aşığı olan bir adamın, bu iki harikulade kavramın aynı tabakta çiftleştiğini görmesi kadar güzel bir durum olabilir mi? Nutkun tutuluyor. Elden ayaktan kesiliyorsun. Ağzında kalan ve uzun süre etkisini sürdüren lezzetin hiç gitmemesini istiyorsun.

Ana yemeklerde dana bonfile ve ördek tadıyorsun. Her ikisi de insanı zıvanadan çıkarak kertede muhteşem, adeta ağızda raks eden lezzetlere sahipler. Bonfilenin nasıl marine edildiğini çok merak ediyorsun. Bu kadar yoğun bir patlama beklemediğin için bir süre bekleyip üzerinde düşünüyorsun. Ördek ise, daha önce yediğin gıcır gıcır ördek etleri gibi değil hiç. Yumuşak, saygılı, doyurucu, ne yaptığını bilen bir hali var. Tek kelimeyle enfes!


Sonra sıra tatlıya geliyor. Çilekli ekler indiriyorsun mideye. İnsana yaşadığını hissettiren bir keyif nesnesi bu. Kreması binlerce öykü anlatıyor adeta. O kadar mutlusun ki, bunu yazmak, herkesle paylaşmak ve dünyaya inat keyiften ölmek istiyorsun !



Tüm bunlara bir şişe Sarafin ve Kayra Vintage Öküzgözü eşlik ediyor doğal olarak.

Kendi kendine, buraya tekrar geleceğine dair söz veriyorsun.

Kendi kendine, bir defaki sefere, başlangıç olarak alabileceğin peynir ve şarküteri ürünlerinin tadına bakacağına, makarna ve risottoları deneyeceğine, bakır tavada deniz mahsüllerinden oluşan o harikulade yemeği mideye indireceğine söz veriyorsun.

Burası İstanbul. Burada kimse, hiçbir mekan, hiçbir fikir kalıcı değil ne yazık ki. İleride ne olur bilinmez, ama bu harika işletme uzun seneler varlığını sürüdürme potansiyeline sahip.

Yine de acilen ziyaretine gidilmeli, şöyle güzel bir ziyafet çekilmeli...

Flamingo Restaurant & Bar
Asker Ocağı Caddesi No:1
Taksim İstanbul
Tel: 0 212 232 68 68