16 Nisan 2014 Çarşamba

Kuzguncuk Balıkçısı


"Kimin başı sıkışsa, koşar Perihan Abla..." Bazen hiç anlam veremediği bir anda, bazı nakaratlar insanın kulağında yankılanmaya başlar. Perihan Abla dizisi...Her ne kadar klişeler ve tekrarlarla dolu olsa da, belki gerçekten mahalle kültürünü anımsattığı ve insanları geçmiş "güzel" günlere götürdüğü, ya da belki sadece tek kanala mahkum bir milletin mecburi seçeneği olduğu için Perihan Abla dizisi çok izlenirdi seksenli senelerde. Bugün, insanları aptallaştırdığına inandığım için hiçbir Türk dizisini seyretmeyen bendeniz, o yıllarda pek çok bölümünü izlemiştim Perihan Abla'nın. Alternatifsizlik dışında, bugünkü diziler gibi üç saat sürmediğini ve insanı bayıltmadığını da özellikle vurgulamam gerekiyor. Aynı dialogları her dizide duyar, çaktırmadan vurgulanan insani değerleri ve "ah ne güzeldi eski İstanbul'da yaşam" mesajını alır, mahalle hayatının canayakın, yardımsever, sadık ve dost canlısı dünyasının renklerine hayranlıkla bakar, yine kös kös içinde debelendiğimiz alışılmış apartman dairelerimizde karşı komşumuzu tanımadan, kimseye selam vermeden, kendi fanusumuzun içinde, hüzün ve yalnız yaşamaya devam ederdik. Hüzünlü senelerdi bana kalırsa seksenler. Her ne kadar Türkiye'nin büyük bir atılım yaptığı, dünyaya açıldığı, ekonomik kalkınma konusunda ciddi adımlar attığı, demokrasi konusunda ilerleme kaydettiği düşünülüyor olsa da, bana kalırsa, seksenli yıllar; kültür, insaniyet, saygı, estetik, yüksek beğeniler konusunda memlekette kalan son kırıntıların da yok edildiği, silip süpürüldüğü ve iyiden iyiye melez, renklerden yoksun, hırs ve şark kurnazlığının yarattığı bir hayat tarzının ortaya çıktığı bir dönemdir. Perihan Abla dizisi de, işte tam o senelerin göbeğinde, geçmişin basit ama dayanışma yüklü alt kültürüne özlemle bakan bir projeydi. Bu yüzden sevildi. Hüznün tam ortasında bir geriye bakış, bir dinlenme, bir iç çekmeydi belki de.

Sokak tabelasında "Perihan Abla" yazıyor. Ne tuhaf. Kafamı kaldırıp gülümsüyorum. Başka ne yapabilirim ki. Güneşli bir Nisan günü, daracık bir sokakta, sokağa kaygısızca atılmış bir masada oturmuşsanız ve sokak tabelasında "Perihan Abla" yazıyorsa, gülümsemek dışında ne yapabilirsiniz ki? Sigara içiyor olsaydım bu noktada bir sigara yakardım kesin. Neden bilmem, bu sigaranın Benson&Hedges olması gerekirdi. Elimde bir duble rakı, aklımda geçmişin tatlı büyüsü, önümde de beni teklifsizce kabul eden dost bir sokak olurdu. Marcel Proust misali "Yitik Zamanın İzinde" dolaşıyor olurdum. Kaybedilen gençliğime, boşa geçtiğine inandığım pek çok zamana, pişmanlık ve hüzünlerime hiç kafayı takmaz, geçen zamanda olup bitenleri, "oldukları" gibi kabul eder, yaşamın keyfine varırdım.

Gözlerimi açıyorum. Yine "Perihan Abla" yazıyor sokak tabelasında, şaka değil. Dizinin çekildiği sokakta , Kuzguncuk Balıkçısı'nın sahibi ve yemeklerinin mucidi Nükte Hanım'la güzel güzel sohbet ediyorum. Daracık sokağın üzerinde küçücük bir masa, masada bir balık çorbası, balık çorbasına daldırdığı kaşığı ağzına her götürüşünde gözlerini yumup keyifle sırıtan bendeniz... Çorbanın hammadesi mezgit de olsa, balık suyu kırlangıçtan üretilme olduğu için çok güzel bir tadı var. Çok seviyorum balık çorbasını. Oysa bu memleketin çocukları balık çorbasını sevmez, tarhana falan severler. Her ne kadar her yanımız deniz de olsa bu muazzam lezzeti anlayamayız biz. İçimden "Bin sene olmadı mı biz buraya geleli? Hala mı göçebeyiz?" diye bağırmak geliyor. Ama bunu yapmıyorum, zira çorbanın harika terbiyesi ve kırlangıcın büyülü fısıltıları beni sakinleştiriyor.


Kilise vakfına ait bir binada hizmet veriyor Kuzguncuk Balıkçısı. Kiliseye de çok yakın, dolayısıyla içki servisi yok burada. (Tıpkı Suna'nın yerinde olduğu gibi !!!!) İki katlı şirin bir bina; bir de asmakat şeklinde mutfak işlevi gören sımsıcak bir bölümü var. İnsan, mekanın içinde o "ufacıklık" duygusuna karşın kendini basılmış hissetmiyor kesinlikle. Rahat bir havası var, üç-beş masa yine. Ama tabii ki, şimdi sokağın üzerinde oturmuş olan bendeniz, bedenimi ısıtan Nisan güneşiyle içeri girmeyi gereksiz buluyorum. Dışarıda, biraz Kuzguncuk, azıcık da memleketin mutfak kültürünü harmanlayan bir sohbetin içindeyim. Kuzguncuk İstanbul'da ilk "gentrification" vakasının yaşandığı semt belki de. Perihan Abla dizisinin ardından buranın yaşayan profilinde ciddi değişiklikler boy göstermiş. Adeta Kuzguncuk "hatırlanmış" insanlar tarafından. Buralarda diziler çekilmiş, mimarlık büroları açılmış, küçük küçük lokantalar görülmeye başlamış. Kuzguncuk Balıkçısı'nın yerinde daha önce yine Nükte Hanım'a ait bir cafe mevcutmuş, sonra yerini balıkçıya bırakmış.

Nükte Hanım, insanların balık yemesi gerektiğine inanan biri. (benim gibi) Hiçbir yemeğin 25 TL'nin üzerinde olmadığı bir mekan açtığını, tüm deniz mahsüllerinin taze olduğunu, günlük hazırlandığını, hem öğle, hem de akşam yemeklerini hedeflediklerini söylüyor. Mekanın yeri çok merkezi ve ulaşımı kolay olsa da, arabanız varsa park edecek yer bulmakta güçlük çekebilirsiniz, benden söylemesi. Ben harika bir havada geldim, ama hüzünlü bir kış gecesinde buraya gelip içeride oturarak balık yemenin de güzel olabileceğine inanıyorum.

Güzel sohbetin ortasında masayı şenlendiren ikinci yemek paella. İspanyol mutfağının çok ateşli savunucularından birisi olmadığımı düşünüyorum bu yemek masaya doğru süzülürken. Evet, dünyada pek çok mutfağa göre, İspanyol yemeklerini tercih ederim, lakin İtalyan ve Çin'in kalbimdeki kemikleşmiş yerine hiçbir zaman ulaşamamıştır İspanyollar. Ama bu paella farklı! Bulgurdan yapılmış olması beni çok şaşırtıyor. Google kuşağının yorulmaz bir mensubu olarak bulgur-paella'nın nerelerde karşımıza çıktığını bir araştırıyorum. Türkiye'de pek yapılmadığını görüyorum hemen. Gavur ülkelerinde "poor man's paella" - "fakir adamın paellası" diye konumladıklarını görüyorum birkaç yerde. Bana kalırsa gayet gurmelere layık bir yemek olmuş bulgur paella. İçinde zerdeçal da var, tadını hemen alıyorsunuz. Deniz mahsülleri de cabası. Kum midyesi ve kalamarın tadını çıkarıyorum yerken. Bu yemeğin yanında sarışın bir biranın çok iyi gideceğini geçiriyorum aklımdan. Dengeli, hafif, insanın damağına saldırmayan bir pilsner ile birlikte bulgur paellanın tadına doyulmaz, diye düşünüyorum.


Hayat güzel ! Beni tanıyanlar bu cümleciği benden duymaya pek alışkın değillerdir aslında. Ama bugün yaşam güzel bir yanını gösteriyor bana. Demek ki gerçekten, kimin başı sıkışırsa, Perihan Abla koşuyor. Sorun kalmıyor, dertler uzaklaşıyor, tasalar ağır ağır bitiyor. Ama yemeye devam ediyoruz tabii. Kırlangıç geliyor masaya, mantarla danseden enfes bir şekilde pişirilmiş, tadı krallara layık. Kendimi daha da iyi hissediyorum. Karşıdaki ev yemekleri yapan Asude Lokantası'nın ve Ekmek Teknesi'nin Kuzguncuk Balıkçısı'na göre daha çok müşterisi var. İnsanlarımızın anlamadığı bir nokta olduğunu düşünüyorum bu saptamayı yaparken:

EV YEMEKLERİ EVDE YENİR!!!

Evde tencere yemeği pişmeyen, ağırlıklı olarak bekar erkek güruhundan oluşan bir topluluğun dışarıda tencere yemekleri yemesini anlayabiliyorum, ama her gün evde istediği gibi beslenen halkımın dışarıda da bu yemeklerin peşinde koşmasını havsalam almıyor. Kusura bakmayın, ama dışarı çıktığınızda bana kalırsa evde pişmeyen bir şeyler yemelisiniz sevgili okurlar. Öte yandan bu mekanların çok ucuz olmasından dolayı tercih edilme olasılıkları da mevcut. Bunu asla bilemeyeceğim, çünkü oralarda yemeyeceğim.

Kuzguncuk Balıkçısı'ndan büyük bir mutlulukla kalktım, bu yazıyı yazmaya koyuldum. Dilerim siz de salt yemek yiyerek mutlu olabileceğiniz bir hayat yaşarsınız.

İcadiye Cad. Perihan Abla Sok. 
No:3 Kuzguncuk, Üsküdar / İstanbul 
0 216 341 0144

Hacıbaşar - Ataşehir


İnsan, bir lokantaya ikinci defa neden gider? Bu sorunun cevabı kişiye göre değişiklik gösterecektir büyük olasılıkla. Ama "yemeklerin güzel olması", "servisin iyiliği", "mekan sahibinin tanıdık olması", "eve yakınlık", "arkadaşlardan o mekanı sevenlerin çokluğu" gibi sonsuz sayıda yanıt verilebilir bu soruya. Hepsi de, kişisel çerçevede ele alındığında doğrudur, çünkü özneldir, kişiye özeldir, tartışmanın anlamı yoktur. İnsan yaşla birlikte beğeniler konusunda liberal ve anlayışlı olmayı öğreniyor sevgili okurlar. Bendeniz sadece vejeteryan dostlarımla ve tavuğu ana gıda maddesi olarak gören insanlarla yemek konusunda fikir alışverişinde bulunmam. Diğer herkesi merak ve ilgiyle dinlerim. Demek ki, bazı sınırlamalarımızı yaş da gideremiyor. Her neyse, konumuza dönelim, bir lokantaya neden ikinci defa gidersiniz? Buna benim kişisel cevabım çok nettir: "Orada vazgeçilmez bir yemek bulduğum için !" Bunun anlamını açıklamadan önce belirtmem gerekir ki, eş dostun çağırması, seçeneksizlik, o an şartların öyle gerektirmesi gibi sebeplerden ötürü birçok tercih etmediğim mekana ikinci kez gitmek zorunda kaldım hayatım boyunca. Lakin ideal koşullarda, ben bir lokantayı, sadece kafamda yer etmiş, unutamadığım, lezzeti hafızama nakşolmuş tek bir yemeği varsa ziyaret ederim. Bu detay çok önemli. Yeni Lokanta ile ilgili yazdığım yazıyı anımsayın: Dokuz farklı yemeğin tadına baktım, yanlış hatırlamıyorsam ve hepsi çok çok lezzetliydi. Fakat bir tane büyük yıldız yoktu aralarında. Bu şartlar altında, Yeni Lokanta'ya ikinci kez gitmem için tek sebep, önem verdiğim birinin çağırması olabilir. Zira peşinde koşmaya değer bir yemek yemedim orada. 

Bunları neden mi yazdım? Dün akşam Mekanist'in davetlisi olarak gittiğim Hacıbaşar Ataşehir'de yediğim Van kavurması sebebiyle! Hayatımda yediğim en lezzetli etlerden birisiydi bu. İyi bir marinasyon sürecinden geçmiş, zeytinyağı, kara biber, kırmızı biber, tuz ve soğanla kaynaşmış, yumuşamış, ardından kuyruk yağında yarım saat kadar pişmiş incik etinden yapılan bu kavurma ağzımda dağılırken, ister inanın ister inanmayın, hayattaki tüm dertlerimi unuttum. Başka bir aleme yolculuk yapar gibi mutlu ve huzurlu hissettim kendimi. Hiç bitmesin istedim. İşte tam olarak da bu olağandışı lezzet sebebiyle, bu lokantaya mutlaka bir defa daha gidecek, sadece kavurma sipariş edecek, bir süre onu seyrettikten sonra hiç konuşmadan yiyecek ve hayal dünyasına dalacağım. Size de, sevin ya da sevmeyin, salt bu yemeği denemek için bile olsa Hacıbaşar'a gitmenizi tavsiye ederim. Kuyruk yağıyla bir derdiniz varsa size çok hitap etmeyecektir. Yine de ama gözü karartıp bu deneyimi yaşayın mutlaka derim. Aklımı başımdan aldı zira.

Öte yandan, mekanda sınırsız bir ikram sözkonusuydu katıldığım etkinlikte. Fıstıklı içli köftenin tadına baktım, kesinlikle ağır değildi. Acılı kebap, terbiyeli şiş getirdiler. Her ikisi de iyi bir standardı yakalamıştı. Acısı insanı gözyaşlarına gark eden türden değildi bana kalırsa. Patlıcanlı kebap servis edildi ve ritüeline sadık olarak közlenmiş patlıcanın içinin çıkartıp biber, domates ve kebapla birlikte bir dürümün içine koyarak keyifle yedik. Masada binbir çeşit salata mevcuttu, her şey taze ve güzeldi, ama hepsinden önemlisi masa çiçek bahçesini andırıyordu. Bu da çok hoşuma gitti. Acılı ezme, gavurdağı, patlıcan salatası ne eksik ne fazlaydı.

Mekanı işletme görevini üstlenen Selim Başar, gece boyunca masamızda yapılan işle, yemeklerle, aile geçmişleriyle ilgili birçok açıklamada bulunarak güzel bir sohbet edilmesine katkıda bulundu. Bir ara Hacıbaşar'ın kurucusu ve Selim Bey ve diğer yedi kardeşlerinin babası "Hacı" da masamıza gelip sohbet etti. Gösterilen ilgili ve internet yazarlığına verdikleri önemi son derece vizyoner bulduğumu belirtmeliyim. Mekan Ataşehir'in girişinde sayılabilecek bir konumda, hemen Acıbadem Hastanesi'ne gelmeden sağda ve vale servisi mevcut. 

Eskiden farklı şubelerindeki paket servislerinden istifade ettiğim ve ortalama bir lokanta olarak gördüğüm Hacıbaşar'ın kavurmasını yedikten sonra görüşlerimin değiştiğini vurgulamam gerekiyor. Burada alkol servis edilmediği için akşam yemekleri için gideceğim bir mekan değil. Ama öğlen yemeklerinde ve sırf o yemeği yemek için bundan sonra gideceğimi adım gibi biliyorum.

Siz de bunu yapın. En az bir defa !

HacıBaşar Ataşehir
Vedat günyol cad. No:24 Yolbulan PlazaAtaşehir - İstanbul 0216 575 19550216 573 16160216 572 1955
hacibasar@hacibasar.com