yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2012 Salı

Üçüncü Viyana Kuşatması - III


Yaz olmasına karşın serin bir havada yürüyorsun yaşlı Viyana sokaklarında. Yağmurlu bir gün olmalı. Yağmur sana gençliğini anımsatıyor. Neden bilinmez, kendini yirmi yaşında, yağmur altında, upuzun bir sahilde, sepya tonlarında bir manzaranın orta yerinde, nefes nefese koşarken görüyorsun. İmgeleminin içinde bir yerlerde başgösteren bu tuhaf sapma seni rahatsız etmiyor. Vargücünle, bir şeylere isyan edercesine koşuyorsun sahil boyunca. Yağmur etkisini arttırıyor. Sen de hızlanıyorsun. Eziyet etmek istediğin bir bedenin var. Bunu hakkını vererek yapmayı başarabilirsen eğer, vücudunu saran acı sayesinde ruhunu öldüreceksin aslında. Ruhunu sıfırlamak istiyorsun yirmili yaşlarının başında. Yeni baştan yaratmak, kendi kendini doğurmak istiyorsun. Bunun bir numaralı koşulu ıstırap çekmek, bedenini yok etmek, ona tarifsiz acılar yaşatmak. Yağmur tropikal bir kıvama geldiğinde, soluksuz yedi kilometre koşmuş olmalısın. Anlayamıyorsun. Hala koşmak, uzaklaşmak, kendini kaybetmek, ıslak kumlara bata çıka süzülüp gitmek istiyor bedenin. Adımlarını daha da açıyorsun. Daha hızlı, kimsenin seni göremeyeceği, duyamayacağı, kimsenin sana dokunamayacağı, kendinin bile yakalayamayacağı bir süratte kanatlanıyorsun. İki kilometre sonra kusmaya başlayarak yere kapaklanıyorsun. Gözlerin kapalı, ama bilincin açık. Sesler duyuyorsun, birileri konuşuyor. Seni kaldırıp kaldırmamaları gerektiğini tartışıyorlar. Yumruklarını sıkıyorsun. Ruhunu sıfırlamak için çok zamana ihtiyacın olduğunu o zaman anlıyorsun. Yağmur diniyor.

Hiçbir şey hissetmemek istiyorsun...

Gözlerini, gri bir gökyüzünün altında sakince uzanmış yaşlı Viyana'da, Wienzeile taraflarındaki Naschmarkt'ın önünde açıyorsun. Seni uzak anılara götüren sessiz yağmur inceden inceden ıslatıyor yüzünü. Oysa iki gündür ne güzeldi hava, diye geçiriyorsun aklından. İster istemez düşünüyorsun: Bir zamanlar, sağanak altında sahil boyunca koşup kendini kaybeden o çocuk şimdi kırk yaşına geldi ve muhtemelen yaşamda bir arpa boyu yol bile katedemedi. Kafanda bu fikri evirip çevirip acı acı gülümsüyorsun. Annenin de söylediği gibi, "30 yaşındayken bile sen daha çocuktun" belki de. Ruhsal olgunlaşmaya ulaşamamanın sebeplerini büyük olasılıkla bu sokaklarda dolaşırken bulamayacaksın sevgili dostum. Öte yandan seni sen yapan, insanların gözünde cerbezeli ve cazip kılan, nadiren de olsa birilerinin senin peşinden gelmesini sağlayan en temel özelliğin de bu az gelişmişlik değil mi? Fakat aynı zamanda senden bu kadar nefret etmelerinin önemli bir nedeni ayakları bir türlü yere basmayan bu duruşun hayatta. Aldırmıyorsun artık, zira bunun bir tedavisi olmadığını geç de olsa kavradın bir süre önce. Tekrar gözlerini açıyorsun. Yağmurlu bir yaz günü, üzerinde kazağınla Naschmarkt'ın girişindesin şimdi. Işıltılı vitrinlerden sana bakan binbir türlü peynir ve şarküteri ürünü ile gözgöze gelerek heyecanlanıyorsun. Yılan gibi uzayan bu pazar yerinde bir insan seli akıyor. Bazen tezgahlardaki yiyeceklere bakan insanların arkasında kalıp dakikalarca takıldığın oluyor. Bazense sen bekliyorsun bir yerlerin önünde.


 



Büyülenmiş gibisin. Sebze, meyve, binbir cinsten salam, jambon, peynir, envai çeşit dolma, meze, deniz mahsülü ve şişelerce şarap içinde kendine bir yol açmaya çabalıyorsun. Burada yürürken, Avrupa kentlerindeki en güzel yerlerin belki de bu pazarlar olduğunu geçiriyorsun kafandan. Bir mutluluk hissi yalayıp geçiyor vücudunu. İnsan seline kapılmış etrafında bakınırken artık oturman gerektiğini anlıyorsun. Hava biraz açıyor. En beğendiğin vitrinlerden birine yanaşıp sipariş veriyorsun. İşin ilginci mekanı işletenler Türk ve gayet sıcak bir sohbet oluyor sipariş verirken. Kocaman bir tabağa, gözüne hoş gelen her şeyden tıka basa doldurtuyorsun hemen. Bir masaya oturup, şüphesiz iyi soğutulmuş bir Grüner Veltliner söylüyorsun hızlıca. Yağmurun ruhunda yarattığı beklenmedik sıkıntı, yine beklenmedik bir lezzet fırtınasıyla sona eriyor. Hayatı seviyorsun böyle zamanlarda.



Hayat gerçekten de, iyi bir jambon, ideal soğukluğunda bir beyaz şarap, sevgi dolu bir kalamar dolması, yeterince küflenmiş bir peynir, acısı kararında bir kırmızı biber ile güzel gibi geliyor sana. Sen böyle zamanlarda, işte Naschmarkt'ta oturmuş gelen geçene bakarak bu nefis yemekleri mideye indirirken, hayatın iyi bir şey olma ihtimalini seviyorsun. Yüzünde bön bir gülümsemeyle oturmuş, ağzında eriyen nefis şambonu mideye indirirken, kafanın içinde bir yerlerde Johnny Cash'in söylediği versiyonuyla"One" çalıyor.

Did I disappoint you?
Or leave a bad taste in your mouth?
You act like you never had love
And you want me to go without? 

İçinde tuhaf bir duygu kıpırdıyor Naschmarkt'ı terk ederken. Belki Cafe Central'e gitmeli, orada yediğin bu kadar tuzlu yemeğin üzerine tatlı bir şeyler sipariş etmelisin. Yapman gereken tam olarak bu. Yürüyorsun, yürümek hep iyi geliyor sana. Yağmurun ahmak ıslatan temposunda, bu kez kafanın içinde yankılanan  When Doves Cry'ın Damien Rice cover'i ile yürüyorsun. Ne zaman sen yürüsen zaman duruyor sanki. Yıllardır seni sen yapan bir şey yürümek. 

Herrengasse'deki Cafe Central, mermer sütunları, kubbeli tavanı, loş atmosferi ile seni eski bir dost gibi karşılıyor. Uzak bir piyanodan havaya yayılan ağırlıksız melodi seni yine eskiye götürüyor. Bir zamanlar Sigmund Freud, Adolf Hitler, Vladimir Lenin, ve Leon Trotsky kahve içip kimbilir neler düşündükleri, konuştukları ya da planladıkları masalarda bir dilim pasta, yanında da nefis kahve götürüyorsun. Geçmişi yaşıyorsun. Yüz yıl öncesinde buranın kapısından giren bir adam olmak istiyorsun nedense. Hayat boyu yaptığın gibi, hep ulaşamayacağın bir şeyler istiyorsun.


Ağzında muhteşem bir tatla dışarı çıkıp yürümeye başlıyorsun.

Yürüyorsun.

Daha çok yürüyeceksin...



17 Eylül 2012 Pazartesi

Üçüncü Viyana Kuşatması - II

Şehirlerin ruhları, kendilerine özgü davranış ve sesleri vardır. Çoğu kez, yüzyıllar boyunca büyüyüp yeşermiş bu davranış ve seslerin içinde dolaşırsınız hayret ederek. İnsanı eski bir dost gibi kucaklayan sokaklarında gezinirken, binalarının tanıdık yüzlerine bakarken, açık kapılarından sızan gürültülerin tuhaf öykülerini dinlerken anlar kişi bunu. Kentler yaşayan, nefes alıp veren, sürekli bir yönden diğerine devinen devasa yaratıklardır.. Anlatacak öyküleri, dışa vuracak duyguları, çoğu zaman da sokaklarında dolaşanlara sunacak yüklü tarihleri vardır. Bunu almayı, anlamayı, duyup yaşamayı bilenlere ise o şehirlerin keyfini çıkarmak düşer.

Sözgelimi Roma bir kadındır; sevişmek, sevilmek ve okşanmak ister. Bazen birkaç duygu yüklü kelime ile yumuşak yumuşak girersiniz koynuna, bazen de hayvansal bir çiftleşme dürtüsüyle yatakta bulursunuz kendinizi. Roma sevişmeye çağırır sizi. Bu sebepten ötürü sokaklarında öpüşen, kuytu köşelerinde alt alta üst üste bedenlerinin keyfini çıkaran bir sürü insan görürsünüz.

Paris'in cinsiyeti ise anlaşılamaz, ama niyeti ortadadır. Paris aşık olmak ister. Bu şehrin asırlık binalarının taş yüzlerinde arsız bir aşk çağrısı vardır her zaman. Taş bir köprünün üzerinden geçerken, heybetli çiçek bahçelerinde dolaşırken, bulvarlardaki kahvelerde insanın içini ısıtan kahveleri içerken hep aşık olmak ister insan. Çoşku ve hedonist bir zevk girdabı içinde sevmek ve sevilmek ister.

Londra karanlıktır ve kesinlikle erkektir. Bugünlerde "multitasking" denilen, aynı anda pek çok işin altından kalkabilme yeteneğine sahip, kaotik bir uyumdan kuvvet alan, sürekli koşan, yorulmayan, zaman zaman debelense de hep dimdik duran bir adamdır o. Kurşun gri sokaklarında dolaşırken sizi elinizden tutar, tüm o hengame içinde hedefinize ulaştırır ve asla uyumaz, uyutmaz.

Evet dostum, peki ya yazının konusu Viyana kimdir o zaman? Sorunun cevabı çok açık. Yaşı biraz geçkin, hafif de yorulmuş, fakat her daim kendini yenileme yeteneğine sahip bir kadındır Viyana. İnsanın  onu bilmesi, anlaması, kollarına alması ve kandırması çok güçtür, zira deneyimleri ona insanoğluna kanmamayı öğretmiştir. Bu yüzden hüzünlüdür biraz. Lakin iyi bir şeylerin olacağına inanan ve iyimserliğini de koruyan bir yanı da vardır. O zaman anahtar tamlama şu olmalıdır :

"Romantik bir hüzün..."

Viyana sokaklarında dolaşırken bunu düşünüyorsun işte. Bu yaşlı imparatorluk başkentinde romantik bir hüzün kaplamış her köşebaşını. Bunun içinde iyimser bir sevgi ve aynı zamanda örselenmiş bir ruh mevcut.

İki defa iş güç için gitmiş ve tam bir turist gibi gezmiş de olsan, aslında bu kenti ziyaret edeceklere tavsiyen, amaçsızca, bir hedefleri olmadan, bir yere koşmadan, yetişme baskısında kalmadan, yanlarına aşık oldukları adam/kadını alarak, bu kentin sokaklarında yürümeleridir.

Mevsim fark etmeyecektir. Yanınızdaki kişinin elini tutun ve asla bırakmayın bu şehirde. Her köşebaşında öpün onu.Viyana sizden bunu beklemektedir.

Bu düşüncelerle, hüznünü katmerleyen yağmurlu bir havada dolanıyorsun sokaklarda. Belvedere Sarayı'nın ana kapısından girdikten sonra, aşağı ve yukarı Belvedere'i gezecek bir bilet alıyorsun. Her ikisini de gezmek lazım, ama esas olay yukarı Belvedere tarafında, zira Klimt sergisi bu yönde. Klimt hakkında uzun uzun konuşmak bu yazının konusu olmamalı sevgili dostum. Avusturya'nın en büyük sanatçılarıdan birisi ve Viyana'da hakkını vererek sergiliyorlar eserlerini. Burayı ziyaret edeceklere tavsiyen, mutlaka Klimt sergisini gezmeleri. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Gustav_Klimt) Bir de Fritz von Uhde (!) 'ye dikkat etsin gezecek insanlar. Kendi döneminin parlak bir sanatçısı olduğu her halinden belli bu adamın.



Lezzet durağı olarak da Plachutta'dan bahsetmek gerekir diye düşünüyorsun. Birden fazla şubesi olan, bazı Viyanalılar tarafından fast food mantığına yakın hizmet verdiği, fazla ticari olduğu, otantik niteliklerini kaybettiği için eleştirilen bir zincirin adı "Plachutta" . Sen burayı ziyaret ettiğinde olağanüstü memnun kaldığın, tadı damağında kalan Tafelspitz'i bugün bile anlatırken ağzın sulandığı için bu görüşlere katılmıyorsun. Plachutta müthiş bir yer. Ağustos ayında yaptığın ziyarette açık olan Wollzeile şubesine gittiğini belirtmen gerekiyor. Nussdorf ve Hietzing'de de birer lokanta olduğunu vurgulamak lazım.  İçeri girip oturduğunda kendini çok iyi hissediyorsun. Tertemiz, pırıl pırıl. Ahşap dekorasyon ve iç içe olmayan rahat masa düzeni mutluluk verici. Servis güleryüzlü, hızlı ve özenli. Viyana'ya gidecekler mutlaka Plachutta'ya uğramalı. Tek rahatsız edici yanı, belki İstanbul'daki bazı kebapçılarda olduğu gibi duvarlarında, mekan sahibinin "ünlüler" ile çektirdiği fotoğrafların olması. Bir de gidecek onlanlar şunu asla unutmasınlar, porsiyonlar çok büyük, çok doyurucu ve gerçekten enfes. O gün Plachutta'ya giderseniz başka bir öğün yemek zor olacaktır.




Mekanın favorisi Tafelspitz ise geleneksel Avusturya mutfağı yemeklerinden biri olarak karşısına çıkıyor insanın. Avusturya imparatoru Franz Joseph'in en sevdiği yemek olarak tarihe geçmiş bu lezzet. Basitçe ağır pişirilmiş dana eti olduğu söylenebilir. Hayvanın arka sırt tarafından elde ediliyor. Kök sebzelerle birlikte haşlanması sırasında salıverdiği suyundan et suyu çorbası yaparak yanında servis ediyorlar. Bu çorbanın içine erişte koyulması önerilebilir, tadı tamakta patlıyor adeta. Ispanak püresi, yabanturbu ile karıştırılmış krema ve kavrulmuş patates dilimleri de yanında sunulan ayrı lezzetler. Mutlaka yenmesi lazım.


Plachutta Wollzeile
1010 Wien, Wollzeile 38
Tel.: 01/512 15 77
Fax: 01/512 15 77 20

Saray bahsi açılınca Schönbrunn esas oğlandır Viyana'da. Tipik bir Avrupa sarayı olduğu söylenebilir bu ihtişamlı yapının. Birbinine açılan binlerce odası, devasa bahçesi, ağaçları, balkonları, labirenti andıran yapısıyla Schönbrunn'u gezmeden olmaz.



Sabah erken alıyorsun soluğu burada, zira sonradan çok kalabalık olacağını, kapıda kuyruklarda beklemenin sana pek tatsız geleceğini gayet iyi biliyorsun. Sarayın çok geniş olan ön avlusundan geçip içine girdiğinde, mecburen bir "guided tour" alarak kendini turun akışına bırakıyorsun. Ağırlıklı olarak Maria Theresia, Franz Joseph ve karısı Sisi'nin yaşamlarını anlatan bu gezinti seni ister istemez etkliyor, o zamanların saray hayatını düşlüyorsun. Pek de mutluluk verici görüntüler canlanmıyor gözlerinin önünde. İçinde nedense, sarayda yaşamanın çok sıkıcı olacağına dair bir izlenim peydahlanıyor bu gördüklerinden sonra.



Her neyse, yaşadığı dönemde dünyanın en güçlü kadınlarından birisi kabul edilen, Avusturya'da finansal ve eğitimsel reformları başlatan, ticareti ilerleten, tarımı geliştiren orduyu yeniden düzenleyen 18. yüzyıl Avrupa güç siyasetinde anahtar rol oynayan, gelmiş geçmiş en yetenekli hükümdarlardan biri olarak kabul edilen ve içlerinde Marie Antoinette ve II. Leopold'ün olduğu onaltı çocuk doğurmuş Maria Theresia'nın yaşam öyküsünü burada dinliyorsun.



Ardından, Avusturya tarihinin en uzun süre hüküm süren imparatoru Franz Joseph'in hayatı seriliyor gözlerinin önüne. I. Dünya savaşının çıkmasına sebep olmuş, Tafelspitz fanatiği bu imparatorun hayatını masa başında çalışarak geçirdiğini öğrenerek şaşırıyorsun. Tam anlamıyla bir işkolik olan Franz Joseph'in sabah beş gibi kalkıp masasına oturduğunu, onyedi saat çalışıp artık kafasını kaldıramayacağını anladığında yatağına gittiğini dinliyorsun tur sırasında.



Tabii Franz Joseph'in karısı efsanevi Sisi'yi de dinliyorsun bu gezintin sırasında. 1955 yılında Romy Schneider'in başrolünü oynadığı film geliyor aklına ister istemez. Franz Joseph'in hayatı boyunca sadık kaldığı bu anoreksik kadının zamane kadınlarından hayli uzun boylu olduğunu, saçlarının neredeyse dizkapaklarına gelecek kadar uzadığını, pek insan içine çıkmaktan hazzetmediğini, kocasıyla bile pek samimi bir hayatı olmadığını şaşırarak öğreniyorsun.

Bu güzel sarayın bahçesinde yürürken, nedense içinde yaşamış bu insanların mutsuz hayatları dolduruyor kafanı.

İkinci lezzet durağı ise bir klasik. Figlmüller... Viyana'ya giden her kişinin mutlaka tur kitaplarında yazanlara ya da eş dost tavsiyesine uyarak ziyaret ettiği bir lokanta. Nasıl mı bulacaksınız? Viyana'da kapısında kuyruklar olan bir yer görürseniz burası Figlmüller'dir. Bu denli basit yapmanız gereken.


Mekanın özelliği Viyana'nın en meşhur Schnitzel'ini sunuyor olması. Sen de söylenenlere uyup burada yemeği ihmal etmiyorsun. Çok sevdiğin bir arkadaşının deyişiyle yediğin Schnitzel "kafan kadar" neredeyse, tabağa sığmıyor ve tabak aldında görünmüyor. Lezzetine gelince, gerçekten pek güzel. İncecik, çıtır çıtır ve enfes. Ama nedense Pöschl'de yediğinden bir derece daha alt kalitede geliyor sana.


Viyana'ya  gideceklerin bilmesi gereken en önemli noktalardan birisi de bu. Gerçekten lezzetli ve kentin en meşhur Schnitzel'i burada yeniyor, ama en iyisi değil. Yanında bir bardak Grüner Veltliner ve servis ettikleri patates salatası gayet iyi gidiyor.

Figlmüller
Wollzeile 5, 1010 Vienna

Kentin sokaklarında yürüyüp lezzet duraklarını gezdikten sonra insanda takat kalmıyor. Gidip uyumak ve bir sonraki güne hazırlanmaktan başka yapacak bir şey yok şimdi.

Bir sonraki yazı, Zum Schwarzen Kameel, Motto am Fluss, Naschmarkt, Sacher, Cafe Zentral gibi birçok yeri anlatacağı için şimdiden sabırsızlanıyorsun...



5 Eylül 2012 Çarşamba

Üçüncü Viyana Kuşatması - I

Son altı ayda iki defa ziyaret ettiğin ve büyük keyif aldığın Viyana'ya adım atmayalı yirmi sene olmuş neredeyse. Bu zaman diliminde yaşlı imparatorluk başkenti değişmiş mi? Bilemiyorsun. Doğduğundan beri muzdarip olduğun, en kritik zamanlarda sana musallat olup hayatını feci bir kabusa çeviren bellek problemi burada da kendini gösteriyor. Zaten bu blogun yaratılmasındaki belli başlı sebeplerden bir tanesi de bu değil mi: Hatırlayamacağından emin olduğun yaşantıların henüz hafızandan silinmeden önce bir kaydını tutmak, sonra da dönüp dönüp bu kayıtların üzerinden geçmek.

Birinin sana bir zamanlar neler yaşamış olduğunu, büyük bir  karmaşa ile bezenmiş hayatının renkli ayrıntılarını bir bir anlatması, eski günleri yumuşak yumuşak anımsatması, geçmişle seni bir araya getirmesi gerekiyor. Beynin nedense kişisel tarihin için pek yer ayırmamış, o işlevi kullanmayı inadına reddetmiş, sanki seni büsbütün yarı yolda bırakmak için yemin etmiş gibi davranıyor senelerdir. Balık gibi yaşıyorsun deseler yeridir.

-Nerede yemiştik o güzel bifteği?
-Bilmiyorum
-Hani hava günlük güneşlikti de gömleğim sırtıma yapışmıştı. Ne zamandı bu?
-Anımsayamıyorum
-Nefis bir konser izlemiştik. Ne çalmışlardı?
-Hatırlamıyorum

"Yaşamınla ilgili ne anımsıyorsun?" diye sorduklarında, işte bu dialogları anımsıyorsun. Yani tek hatırladığın, neleri hatırlayamadığın oluyor aslında. İşte bu sebepten Viyana yazısı, daha yediğin Tafelspitz'in tadı damağında, Schnitzel'in lezzeti henüz belleğinde silinmemiş, Sachertorte'lerin mükemmel anısı henüz tazeyken yazılmalı ve ivedilikle burada yayınlanmalı.
Uzun uzun anlatacağın için de bir defa da değil, üç farklı bölümde sunacaksın Viyana'da edindiğin izlenimleri. Bu böyle bilinmeli. Bol bol, geniş geniş, kelimeler konusunda cimri davranmadan geçmelisin seyahatlerinin üzerinden.

O zaman başla:

Birinci yolculuğunda - ki Mart 2012 tarihine denk geliyor bu- İstanbul'dan lapa lapa kar yağarken kalkıp onbeş derecelik bir Viyana'ya gelmek yeterince şaşırtıcı. Göz gözü görmezken kalkan uçaklar seni tedirgin eder ezelden beri; yine de, havaalanında sabahın köründe içtiğin biraların verdiği aptal gülümsemeyle biniyorsun uçağa. İki saatlik bir uçuştan sonra ver elini Viyana. İkinci yolcuğun Ağustos ayında cereyan ediyor. İstanbul'da hava yapış yapış, sıcaklık handiyse kırk dereceyi, nem yüzde doksanbeşi gösterirken, bu defa Viyana'da serin, hafif kapalı, çok az da olsa yağışlı bir bahar havası karşılıyor seni. İstanbul ve Viyana'nı hava durumu konusunda asla yıldızı barışmayacak iki coğrafya olduğunu anlamana yetiyor bu deneyimler. Havaalanında taksicilerin yüzde doksanı Türk ve bu güzel. Yabancı bir şehirde yolculuk yaparken insan için taksicilerden daha iyi rehber bulunamaz, diye düşünenlerdensin. Doğal olarak Türk taksicilerle yolculuk etmek, sohbet ederek birçok şeyi öğrenmek açısından da faydalı oluyor.

Viyana'ya yaptığın her iki yolculuğunda da merkeze onbeş-yirmi dakikalık yürüme mesafesinde olan Schottenfeld'deki Hotel Falkensteiner'de kalıyorsun ve İstanbul'da Talimhane bölgesi otellerini andıran bu mekan sende büyük bir memnuiyet yaratıyor. Burayı hiç düşünmeden Viyana'da kalacak
yer arayanlara tavsiye edebilirsin.

Hotel Falkensteiner am Schottenfeld
Schottenfeldgasse 74
1070 Wien
T: +43/(0)1/526 51 81
F: +43/(0)1/526 51 81 160
(http://www.falkensteiner.com/en/hotel/schottenfeld)


Her şeyden önemlisi, otelde verilen kahvaltı çok dikkat çekici. İki yolculuğunda da, her sabah ihmal etmeden kahvaltını burada ediyor, güne doymuş, kendine gelmiş ve mutlu olarak başlıyorsun. Her türlü peynir, jambon, salam, sucuk gibi lezzetlerin arz-ı endam ettiği bu açık büfede en çok dikkatini çeken şey leziz sosisler. Damakta adeta infilak eden bu arzu nesnelerinden kabul edilebilir sayılarda yiyebilmek için her sabah kendini zor tutuyorsun. Bu otelde kalacaklara sabah kahvaltısını şiddetle önerebilirsin. Sosisleri es geçenlerden ise şüphe duyarsın bariz bir şekilde.

Otelden yola çıkarak Neustiftgasse ya da Burggasse üzerinden dümdüz yürüyerek doğrudan Museumsquartier'e yirmi dakikada gelip buradan istediği herhangi bir noktaya kolaylıkla ulaşabiliyor insan. Bu iki seyahatte bunu kaç defa yaptığını hatırlayamıyorsun doğal olarak.

Yemek meselesine gelince, sözü fazla uzatmadan itiraf etmekte fayda var: Dünyanın neresine giderse gitsin McDonald's'da yiyen, Paris'e gidip Starbucks'ta oturduğunu gururla anlatan kendini bilmezlerden tiksindiğin kadar, başka bir memlekete gidip kendini fusion lokantalarına atan, Avrupa'a başkentlerinde ısrarla Çin-Japon yemekleri peşinde koşan gafillerden de hazzetmediğini vurgulaman gerekiyor. Kısıtlı zamanda uluslararası mutfaklar peşinde koşmaktan ziyade, o memleketin yerel yemeklerinin izini sürmenin doğru olduğuna inananlardansın sen. Viyana'da ise yapılacaklar belli: Tafelspitz, Schnitzel gibi lokal mutluluklar ve bunları servis eden Gasthaus'lara gidilecek öncelikle.

Bu yazının sonunda gittiğin iki, gidemediğin bir mekanın ismini anmalısın.
Gittiklerin:   Grünauer, Pöschl (Eski Immervol)
Gidemediğin: Woraczicky

Grünauer çok bilinen bir yer değil, çünkü turist çekmekten kaçınan, hatta çoğu defa yabancılardan rezervasyon almayı bile reddeden enteresan bir Gasthaus. Burayı bilinen rehber kitapların çoğunda bulmak bu sebepte ötürü pek mümkün değil. Kaldığın otele çok yakın olduğu için de ayrıca hoşuna gidiyor bu lokanta. Hermangasse üzerinde, apartmanların arasında sıkışmış, dikkatle bakılmazsa girişini kaçırabileceğin türden bir yer ile karşı karşıyasın. İçeride bir "ev" havası var, sanki yaşanan bir evin salonundaymış gibi hissediyorsun kendini burada. Tahta masalar ve sandalyeler ve hayli bitişik nizam oturulan bir düzen göze çarpıyor. Yerel mutfak sevdalısı olmanın dışında, aynı zamanda otantik dekorasyon meraklısı kişiler için biçilmiş kaftan Grünauer. Eğer bundan 150 sene evvel Viyanda'da bir Beisl nasıl görünüyordu diye merak ediyorsa insan, buraya gitmesinde yarar var. İçerde mutlusun, Menü birkaç sayfadan oluşuyor ve okunması gerçekten güç bir el yazısı ile bezenmiş. Bu tarzın bir Gasthaus klasiği olduğunu sonradan öğreniyorsun. Yemekte klasik Viyana mutfağında olan her şey var. Sen bir "Schweinslungenbraten" yiyorsun. Domuzun en lezzetli yeri olduğunu söylüyorlar. Aklında kalan bu. Schnitzel tarzı pişirlmiş, birkaç parça et söz konusu burada ve tadı inanılmaz lezzette. Masada "Tafelspitz" de mevcut. (Bu yemeği ileride Plachutta'yı anlatırken detaylandıracağın ise şimdilik çok fazla yazmıyorsun)  Patates salatası ve tadı bizimkilere pek benzemeyen cacık türü bir yemek de masayı süslüyor. Bir şekilde "salatalık salatası" diye adlandırılbilecek, içinde yoğurt, salatalık, sarmısak olan bu karışımın tadı gerçekten enfes. Şarap olarak Avusturya klasiği beyaz şarap Grüner Veltliner indiriyorsun mideye. Yemek sonrası ise gırtlağını tatlı tatlı yakan bir Schnaps. Grünauer herkese tavsiye edebileceğin, gidilmeden önce mutlaka yer ayırtılması gereken, servisin inanılmaz derecede insan canlısı ve dinamik olduğu harika bir lokanta. Mart ayında gittiğin bu mekana Ağustos'ta da gitmek istiyor, fakat ne yazık ki bunu başaramıyorsun. Zira Ağustos ayında pek çok iyi mekan gibi burası da kapalı.

Adresi:

Hermanngasse 32 1070 Wien (7. Bezirk Neubau)

Pöschl ise enteresan bir yolculuğun sonunda bulduğun bir Gasthaus. İyi bir Schnitzel yemek için uygun mekanları soruşturduğunda sana verilen isimlerin başında Figlmüller ve Immervoll geliyor. Figlmüller inanılmaz turistik, kapsında turistlerin kuyruklar oluşturduğu ve bir sonraki yazıda anlatacağın bir mekan.  İmmervoll ise, tavsiye üzerine aradığın, bir türlü bulamadığın, fakat en nihayet isminin değiştiğini ve Pöschl olduğunu farkettiğin bir Gasthaus.Yanlış anlamadıysan mekanın ortakları arasında bir ayrılık gerçekleşmiş ve ismi değişmiş. Burada yediğin Schnitzel, yanında gelen patates salatası ve öncesinde mideye indirdiğin keçi peynirli, domatesli salata, hepsi müthiş. Kesinlikle tavsiye edilebilecek bir lokanta. Servis kalitesi iyi, aryan garsonlar ise görülmesi gereken tiplemeler.

Adresi:

Gasthaus Pöschl
Weihburggasse 1010 Wien (1. Bezirk - İnnere Stadt)

Woraczicky ise, bu konuda görüşlerine güvendiğin bir tanıdığının ısrarla belirttiği gibi çok iyi Gasthaus olarak anlatılıyor, fakat ne yazık ki buraya gitme fırsatını yakalayamıyorsun. Bunun başlıca sebebi öğlen yemeğini yediğin Plachutta'da fazlası ile doymuş olman ve akşam yemeği için Woraczicky'ye gidecek mecalinin kalmaması.
Diğer mekanlar ve seyahat detaylarını sonraki iki yazıya bırakarak burada veda ediyorsun.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Arjantin Candır -2

Bir gün sonrası. Kar daha beter yağıyor şimdi. Sokakların üzerini sadık bir dost gibi kaplayan, bu kez kimseye geçit vermeyecekmiş gibi duran beyaz örtü daha bir kalın düne göre. Ataşehir sokaklarında vahim bir ertesi günün sinsice yaklaştığının habercisi bir tenhalık kol geziyor. Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin sesini duymak için bir an pencereyi açıyorsun. Soğuk.

Sanki karın artmasıyla birlikte, yazma gücün ve arzun da artıyor, sesler daha berrak, görüntüler daha net şimdi. İlk başlarda özensiz kelimelerden kurduğun kişisel coğrafyan daha mümbit hale geliyor. Belki de az önce okuduğun Anais Nin güncesinin etkisi devam etmekte ruhunda. Bilmiyorsun. Bilmek de istemiyorsun açıkçası. 

Belleğine nakşolan Arjantin'i yazmak istiyorsun. Bunu bir solukta, "solukta" derken lafın gelişi, aslında nefes almadan, gözünü açıp kapayana kadar, hemen yazıvermek, bitirmek ve yayınlamak istiyorsun. Tek, uzun, dolambaçlı, eğrilip bükülen, dallanıp budaklanan, belki bilinç akışı yöntemiyle, belki şiir gibi devasa bir cümle kurmak, o cümlede koskoca bir yolculuğun tatlarını tasvir etmek istiyorsun. Eğer bunu yapmaya muktedir olsaydın sevgili dostum, emin ol, burada bunları yazmaktan ziyade başka bir defterin sayfalarını dolduruyor olurdun.

Arjantin. Oradasın her nasılsa. Bir gün en kuzeyindesin, İguazu denen şelaler bölgesinde. Garganta del Diablo'nun ihtişamı karşısında konuşmakta zorlanıyorsun. "Şeytanın Gırtlağı". Başka bir gün geliyor, belki bin kilometre uzakta, Patagonya'nın El Calatafe bölgesinde, yeryüzünün en büyük buzullarından birine bakıyorsun. Tanrıya yakın olunan bir  zaman parçası. Ardından bir gün geliyor, Fin del Mondo - Dünyanın Sonu, dedikleri Ushuaia'dan bir penguen adasına gidiyorsun. Penguenlerin tek eşli olması, az önce okuduğun Anais Nin'in görüşleriyle taban tabana zıt olmalı.

Kafan karışık, kendini El Calafate'de La Tablita adlı lokantada buluyorsun. Ortaya getirilen karışık etin içinde hem Bife de Lomo, hem de Bife de Chorizo var. Chorizo, herkesin daha çok hoşuna giden bir et olmaya devam ediyor seyahat boyunca. Bu lokanta tüm Arjantin seyahati boyunca, gittiğiniz en iyi mekanlardan birisi. Yer bulmak son derece zor. Andeluna Reserva marka Malbecler arka arkaya geliyor sofraya. Alttan ısıtmalı bir düzeneğin üzerinde cızır cızır pişiyor etler hafiften. Kafalar dumanlanmış, hava soğuk. El Calafate'nin göbeğinde bir kahve molası için yürürken, gecenin karanlığında, grupça "Patagonya Akşamları" türünden anlamsız bir şarkı söylüyorsunuz.



Görüntü değişiyor. Bu kez dünyanın sonunda, Ushuaia'da yerel halkın takıldığı Chico isimli salaş bir Şili lokantasında buluyorsun kendini. İçerisi puslu bir görüntü ile canlanıyor imgeleminde. Türkiye'de yazlık beldelerde rastlanan türden bir dekorasyon hakim. İkinci sınıf ama yerel tüm özellikleri taşıyan. Dekorasyonun en nadide parçası, belki de duvarda gördüğün Şili Cumhurbaşkanı'nın fotoğrafı olmalı. Gülümsüyorsun. Ama yemekler gelmeye başlayınca her şey önemini kaybediyor. King Crab, karides güveç, kalamar bomba gibi düşüyor masaya. Her birinin, her bir lokmasını unutmamaya çalışarak yiyorsun. Yaşamın boyunca bir daha buraya gelemeyeceğini, bu lokantaya uğrayamayacağını, bu yemekleri yiyemeyeceğini bilerek çiğniyorsun lokmaları. Esas sürpriz yemeğin eşlikçisi biralar. Beagle Channel'de olduğunu için "Beagle" marka biralar getiriyorlar. Önce bir sarışın, ardından bir kızıl, en nihayetinde bir de esmer içiyorsun. Bunu itiraf etmen tuhaf ama, işte Chico isimli bir Şili lokantasında, dünyanın sonunda, hayatında içtiğin en güzel biraları indiriyorsun mideye.



Yeniden Buenos Aires'tesin. Görüntüler karışık. Yorgunluğun arttıkça, ziyaret ettiğin lokantaların da izleri belleğinde birbirine karışıyor. Yuvarlak bir masada kalabalık bir topluluksunuz. Palermo Hollywood taraflarında La Trapiche adlı lokantada yemeğin ve şarabın tadını çıkartıyorsun. Zaman dursun istiyorsun. Dursun ve seni, yediğin şu biftek ile başbaşa bıraksın. Dünyanın harikalarından birini mideye indirdiğini düşünüyorsun. Bu sana hem inanılmaz bir iktidar duygusu, ama aynı zamanda da bir suçluluk hissi veriyor. Keşke o biftek hep öyle kalabilse. Aynı lezzette, bozulmadan ve sımsıcak. Tangonun mucidi Carlos Gardel ile aynı adı taşayan tango salonuna doğru yola çıkıyorsunuz.

Başka bir lokanta...Anıları ayrıştırırken hata yapmaktan korkuyorsun. Dikkatli olmalısın. Hepsi değerli ve yerlerine oturmalılar. Bu kez yine Palermo Hollywood bölgesindeki La Dorita adlı lokanta. Masa çok geniş. Ekvadorlu, Arjantinli, Alman ve Türklerden oluşan bir masadasın. Farklı etler geliyor masaya. Kendinden geçerek yediğin etin hayvanın ter bezi olduğunu öğrenince daha da coşuyorsun. (Bourdain'likten uzaklaşmışken bir adım yaklaşıyorsun şimdi). Yine damakta zengin, sürprizli, kırmızı orman meyvelerini çağrıştıran gövdeli Malbec'ler var masada. Senetiner olmalı ismi. Şarap bölgesi Mendoza'dan. Mutluluktan ağlamak istiyorsun.


Eve döndüğünde hayatın boyunca verdiğin en doğru kararlardan birinin Arjantin'e gitmek olduğunu düşünüyorsun. Bu anıyı belleğinin karanlık dehlizlerinde daima yaşatmaya karar veriyorsun.

Sabaha karşı bir yerlerdesin. 

Hayata dönüş...Kar devam ediyor. Yaşam da öyle. Aklına gelen son kelimeleri yazıyorsun:

Arjantin Candır !

01.02.2012 Ataşehir

31 Ocak 2012 Salı

Arjantin Candır -1

Lapa lapa kar yağıyor. Sense uzun senelerdir yapmadığın kadar çok düşünüyorsun. 

Beyaz sessizlik...

Gece yarısını çoktan geçmiş olmalı. 

Pencereden dışarı baktığında, sokakların bomboş ve bembeyaz olduğunu görüyorsun. Sokak lambalarının ışığında savrulan kar tanelerini seyrettiğin böyle soğuk bir gece, oturup geçmişi yazmak için çok uygun geliyor nedense. 

İki sene önce yaptığın Arjantin seyahatinde damağına sıvanan lezzetleri anlatmaya karar veriyorsun. Bunun için öncelikle kara kaplı Moleskin günlükleri karıştırmak, kargacık burgacık yazınla aldığın notları okumak, bazı parçaları kesmek, diğerlerini yapıştırmak gerekiyor, ama olsun. "Soğuk bir gecede insanın içini Arjantin gibi bir yer ısıtabilir," diye düşünüyorsun. 

Günlüğünü işgal eden "ikinci tekil şahıs" anlatım biçimi bu yazıya da bulaşıyor. Blog'un tarzından farklı. Yapacak bir şey yok. Ayrıca umursamıyorsun da. Sen de, okurlar da kabulleneceksiniz bu durumu. Yazının uzun olacağını hissettiğin için ikiye bölüyorsun. İki parçada on günlük maceranın lezzetlerini anımsadığın kadar dökmeye karar veriyorsun.

Arjantin neşeli ve basit bir memleket. Anımsıyorsun. Bir zamanların Paris'i olması için tasarlanmış Buenos Aires'in ihtişamlı binalarını bir kenara bırakırsan, her şey net ve basit burada. Ne istediğine karar verip bunu uygulamak çok kolay. Dikkatli ol, amacın Arjantin sokaklarını tasvir eden bir yazı kaleme almak olmamalı, bu yanlış bir yaklaşım. Sen seyyah değilsin sevgili dostum. Üstelik de, -tam senden beklendiği üzere-, koskoca Arjantin'den aklında kalanlar  o muazzam yemekler değil mi?

O kadar da değil...

Yeme içmeye geçmeden, birkaç cümle ver bu ülkeye. Öyle birkaç cümle olsun ki, onlar sayesinde insanların seni salt mis gibi et kokuları arkasında koskoca bir memleketi arşınlayan yırtıcı bir hayvana benzetmesi ihtimalini daha baştan ortadan kaldır. 

O zaman girizgah şöyle olmalı:

Arjantin candır sevgili dostum; tango yapılan "milonga"lara gidip, kadın ve erkeklerin nasıl sadece basit kaş-göz hareketleriyle birbirilerini dansa kaldırdıklarını, nasıl uyumla dans ettiklerini ve senin ülkendekinin aksine, bu şehvetli danstan sonra nasıl bu denli medeni davrandıklarını gördüğünde anlarsın bunu. 

Arjantin candır pek sayın kardeşim; tango gibi duygu yüklü ve kendini tekrarlayan bir müzik eşiğinde, nasıl sevişmekten hallice bir dans yapıldığını izlediğinde hayret ederken kavrarsın bunu. Sabaha karşı yedi gibi caddeleri arşınlayarak evlerine dönen, 18-19 yaşındaki gençlerin uyku akan gözlerinde hala bu dansın renklerini görürsün.

Öte yandan Arjantin candır; bir ucuna gittiğinde şelalelere ve tropikal bir iklime kaptırırsın kendini, ağaçların büyüklüğü, hayvanların çeşitliliği, havanın değişkenliği şaşırtır seni; öbür ucuna gittiğinde dünyanın en büyük buzulları karşılar seni, penguenlerle aşık atar, insanı kendine bağlayan yemyeşil bir doğanın içinde yönünü ararsın.

Diğer taraftan Arjantin candır; sen İstanbul'un Beyoğlu'sunda fink atar, burayı çevreleyen isli yüzlü asırlık binaların mimarisine hayran olurken, Buenos Aires'in her bir mahallesi bir Beyoğlu'dur; bunu görür hayret edersin.

Neticede Arjantin candır; sen hem mahalle arasında, hem beş yıldızlı otellerin lokantalarında yersin, en iyi şarapları içersin, Avrupa büyüklüğünde bir ülkeyi baştan aşağı gezersin, önüne gelen her yerde  alışveriş yaparsın, bilmem kaç tane şehre gider, sürüyle otelde kalırsın, ama ödediğin para beş kuruştur.

Vee, günün sonunda Arjantin candır; kenar mahalleler pislik içinde de olsa, mis gibi kokar her yer Çünkü yeryüzünün en güzel eti, en muhteşem üzümlerinden biri oradadır. Ne kadar yesen, ne kadar içsen de doyamazsın. Onlardan ayrılamazsın. İşte böyle bir karlı İstanbul akşamında Ataşehir'de kös kös oturur, Bife de Lomo, Bife de Chorizo, Saint Fecilien Malbec diye sayıklar durursun.

Gözlerini kapadığında kendini Parrilla Pena adlı bir lokantada buluyorsun. Sıradan bir yer. "Halk yiyor burada," diye yazıyor kitaplarda. Giriş katında etler geniş bir ızgaranın üzerinde cızır cızır pişiyor. Etlerden önce empanada adını verdikleri börekten getiriyorlar.  Bife de Lomo yiyorsunuz ardından, yanında Saint Fecilien içiyorsunuz. Etler gayet kalın. Izgarada ateşe gösterilip servis edilmiş. Ne bir sos var, ne de bir şey. Sadece kendisi. Yeşil salata, roka ve domatesle birlikte inanılmaz bir lezzet geçiyor boğazından. Şarabın ete uzattığı el, etin onu sımsıkı yakalayıp dans edişi harikulade bir rüya gibi geliyor sana.



Sonra bir bakıyorsun, Four Seasons'un tam karşısında Piegari adı verilen bir İtalyan lokantasındasın. Herkes çok şık giyimli. Sen turist gibisin. Kocaman tabaklarda yemekler geliyor hızlı hızlı. Adeta siparişi vermenle yemeklerin masaya gelişi bir oluyor. İnanılmaz lezzetli bir risotto getiriyorlar. Safranlı. Kendinden geçiyorsun. Sonra bir malfatti  geliyor. Parmaklarını yersin. Yine bir Malbec masada. En son Venedik'te bu kadar enfes bir örneğini tattığın bir tramisu ile final yapıyorsun. Hesap yine üç kuruş.



Ardından San Telmo'da buluyorsun kendini. Sokaklar cıvıl cıvıl. Sağdan soldan gelen insan seline kapılmamak için dikkatle yürümeye çalışıyorsun. Mis gibi bir koku çarpıyor burnuna. Sokakta kocaman bir mangal, mangalın üzerinde binbir çeşit et, sosis, pirzola. Oraya doğru adım atıyorsun. Bunlardan yemelisin. "Böyle kokan bir şey nasıl zararlı olur?", diye düşünüyorsun. 

Yanındakiler itiraz ediyorlar. Sen de yemiyorsun. (Bourdain olamayacağını o gün anlıyorsun işte.)                                        
Arjantin'de gittiğin diğer yerleri anlatmaya yelteniyorsun, ama gözlerin açık artık: 

Kar yağıyor. Gerisi başka bir yazıya...

31.01.2012 Ataşehir




23 Ocak 2012 Pazartesi

Hamburger ile İlişkim Hakkında

Çok eski anılar canlanıyor bu konu açıldığında. İçimi Proustvari bir duygu kaplıyor, buna engel olamıyorum. Proust'un meşhur çaya banılan madleni gibi, anımsamayı tetikleyen bir şeyler olmalı içimde.

Ne zaman muz yesem - ki en sevdiğim meyvelerden birisidir kendisi-, aklıma yaklaşık 30 yıl önce yediğim bir hamburgerin tadı da düşüveriyor.

Delirdiğimi mi düşünüyorsunuz? Açıklamamı bekleyin. İnsan fizlojojisi tuhaftır. Ben bunun kanıtıyım adeta. Bellek, bilinçaltı, beden üçgeninde tuhaf şeyler olur daima. Benim durumum da böyle bir etkileşimden kaynaklanıyor.

"Travma"mın kökenine indiğimde, olayların geçtiği senenin 1984 olması gerektiğini kavrıyorum. Bunu her gittiğimiz yerde, televizyonlarda gördüğümüz Los Angeles Olimpiyatları sayesinde anımsıyorum.

1984 yılının yaz ayları, tam da olimpiyatın olduğu dönemlerde Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Macaristan, Avusturya gibi ülkeleri araba ile dolaşmıştık. Demir perde yönetimleri devam ediyordu Balkanlarda. Bendeniz daha önce gavur memleketleri ile müşerref olmamıştım henüz.

O geziden bugüne aklımda kalanlar az ama öz. Bulgaristan'da polise verdiğimizi rüşvetleri hatılıyorum. Kutu kutu sigara dağıtmıştık. Birisi kırmızı ışıkta geçme, bir öbürü radara yakalanma gibi sebeplerden. Herkesin Türkçe konuştuğunu anımsıyorum.

Romanya'yı unutmak istiyorum. Adeta üstüne hiç güneş doğmayan bir ülkeydi benim için. Her daim karanlık, insanları suratsız, yemekleri kezzetsiz bir ülkeydi. Beş gün kaldık orada. Nefret ettim.

Yugoslavya geri kalmış ama sempatik bir ülkeydi. Şimdi Hırvatistan olan bölgeler Avrupai bir havadaydı. Benim anavatanım olan Bosna ise şirin bir tarım bölgesiydi.

Macaristan'a girdiğimzde, artık Avrupa'ya geldiğimizi anlamıştım. Daha sonra beş defa ziyaret ettiğim Budapeşte ihtişamlı bir şehirdi ve yönetimin diğer komünist ülkelere göre daha özgür olduğu anlaşılıyordu. Budapeşte'nin dışındaki Santander'de yediğimiz yemeği unutamam. Sonraki yıllarda yaptığım ziyaretlerde aynı yerde yemeğe gayret ettim.

Bütün bunların sonunda Viyana'ya gelmiştik. Muazzam bir şehirdi. İstanbul'dan sonra gördüğüm ilk imparatorluk başkentiydi orası. Sokakları, insanları, lokantaları, müziği, yemekleri, binaları, havası, her şeyi farklıydı. Büyük milli "Şair"imizin ilk defa Paris'i ziyaret ettiği ruh halindeydim muhtemelen.

İşte travma da tam bu noktada oldu. "Sacher-Torte"leri ile meşhur Hotel Sacher'de kalıyorduk, ama burada yapılan dünyaca ünlü pastalar umrumda değildi. Benim gitmek istediğim tek bir yer vardı:

McDonald's...

Günümüzde bu anlattığım çok komik gelecektir sevgili okurlar, lakin o günlerde İstanbul'da bile ilk McDonalds açılmamıştı henüz. Öyle yıllardı işte. Nike sneaker'lar yurtdışına giden tanıdıklara sipariş edilirdi. Coca Coca kutudan değil şişeden içilirdi. McDonald's'da hamburger yemek ise bir "deneyim" di ne yazık ki.

İstanbul'da yediğimiz hamburgerler, o zamanların önemli buluşma noktası olan Kristal Büfe'nin hamburgerleriydi. İyiydi, hoştu, ama ben yurtdışında neler yapıldığını çok merak ediyordum.

Tam yerini anımsamıyorum, ama oldukça merkezi bir yerde bir dükkana girip ilk hamburgeri tattığımda kendimden geçmiştim. Ekmeğin yumuşaklığı, ağzımda eriyen peynir, köfteyle turşunun uyumu...Bütün bunlar beni büyülemişti. 6-7 tane hamburger yemiş olmalıyım. Viyana'da kaldığımız günlerin hemen hepsinde buraya gelip tekrar tekrar yediğimi hatırlıyorum şimdi.

Hamburgerlerin üstüne içtiğim McBanana'nın tadı da hala damağımdadır. Muzlu milkshake nedense hiçbir zaman ülkemize gelmedi, ya da ben kaçırdım, bilemiyorum. Her defasında sayısız hamburger yedikten sonra muzlu milkshake içiyor. Ardından mide fesadı gerçirerek otele dönüyordum.

Bu sebepten ötürü, kafamda muz tadıyla McDonald's hamburgeri bir noktada birbirine kaynamış durumda.

Seneler içinde yemek zevkim çok değişti. Hamburger konusunda kendimce bir damak zevki geliştirdim.

Türkiye dışında en beğenerek yediğim hamburger, nedendir bilinmez, Atlantic City'de bir kumarhanede yediğim hamburgerdi. Belki çok açtım, belki de gerçekten çok özel bir lezzetti o.

Türkiye'de özel bulduğum bir lezzet, Göztepe'de Jumbo'ydu. Bugünkü adının J Burger olduğunu tahmin ediyorum.

Buraya gittiğinizde, önden harika patates kızartmasını,ardından da egg-cheese adlı hamburgerini sipariş edin. Memnun kalacaksınız.

Çok popüler olan Dükkan Burger'in hamburgeri lezzetli olsa da mideme dokunuyor açıkçası.Artık pek yiyemiyorum.

Nişantaşı Reasurans'ın alt katındaki Gurme Burger'in ürünlerini de seviyorum. Hem de çeşit bolluğu var burada.

Num Num zincirinde zaman zaman lezeetli burgerler yediğim oluyor.

Bir de Kızılkayalar meselesine parantez açalım. Buradaki sarmısaklı  ya da ıslak hamburgerleri gençliğimde çok sevdiğimi, bugün bile zaman zaman yediğimi itiraf edeceğim. Pek midevi olmasa da, insanı şaşırtan bir kolaylıkla yenen ve ayranla doğaüstü bir uyum sağlayan bu hamburgerleri de tavsiye ederim.

Kendimce diyet yaptığım şu dönemde hamburgerden bahsetmek beni son derece zorlasa da, dünyayı yaşanılır kılan lezzetlerden birisi olan bu yemeğin mucidine teşekkürü borç bilirim.

23.01.2012 Fenerbahçe


12 Ocak 2012 Perşembe

"Bourdain Meselesi Hakkında"

Hayatta ne veya kim olmak istediğimiz çok önemli.

Bence "hayatın anlamı" diyebileceğimiz genel bir tanımlama olması imkansız. Hayatın anlamı tamamen kişisel bir mesele gibi geliyor bana.

Bendenizin de dünya üzerinde en çok hayran olduğu, takdir ettiği ve hatta gıpta ettiği insanlar, işte bu "hayatın kişisel anlamı"nı bulmuş ve onu takip eden şahıslar.

Anthony Bourdain denen üstad da, kendi açısından hayatın anlamını bulmuş ve onun peşinden sonunda kadar giden ve bu yolda sınır tanımayan müthiş bir adam.

Bu büyük usta hakkında yazmak haddime düşmez diye düşünmeme karşın, yine de cesaretimi toplayıp, en azından onun yaptıklarının bende yarattığı etkileri kısaca paylaşmak istedim.

Burada okuyacaklarınız, bendenizin, hayret ve şaşkınlıkla izlediği bu adam karşısındaki izlenimlerinden ibarettir.

Kimdir Bourdain? 55 yaşlarında, New York doğumlu, New Jersey'de yetişme, senelerini büyük lokantaların mutfaklarında geçirmiş, New York'ta uzun yıllar Brasserie Les Halles'in şefliğini yapmış, ardından kendini yazmaya, sonra da televizyonculuğa vermiş, şimdilerde hem yazan, hem program sunan, hem bloglarda fink atan, hem de Top Chef gibi yarışma programlarında jürilik yapam bir şahsiyet.

Yetmişli yıllardan seksenlerin belirli bir bölümüne kadar eroin de dahil, her türlü uyuşturucuyu denemiş, New York lokantalarının mutfaklarında Rock Star hayatı yaşayarak enteresan bir dönem geçirmiş. Punk müziğe , domuz etine ve sigara içmeye (günde iki paket) bayılırken, vejeteryanlardan ev McNuggets'ten nefret ediyor. Travel Channel'de yayınlanan programının adı "Anthony Bourdain: No Reservations". Gezi-yemek programı gibi değerlendirilebilir. Türkiye'de dahil dünyanın her yerini dolaşıp, yerel birileri eşliğinde halkın takıldığı yerlerde yiyerek düşüncelerini anlatıyor.

Bu kısa özeti geçtikten sonra esas konuya dokunalım sevgili okurlar:

Dün akşam, arşivden yayınlanan bir No Reservations'u izlerken bu yazıyı yazmaya karar verdim. Üstad Prag'da takılıyordu bu sefer. Daha önce izlemiş olmalıydım bu bölümü. Onu gezdiren adamın şaşkın bakışları altında bir sokak satıcısından aldığı sosisi ve ekmek arası kızarmış peyniri yiyor, yanıda bira içiyordu. Gözlerindeki mutluluk ve "ben bunun için yaşıyorum" ifadesi görülmeye değerdi.

Ardından bir Çek ailesinin evinde domuz keserek yapılan bir yemeğe konuk oldu. Evde kalabalık bir aile, eşler dostlar, hep beraber domuzun iç organları da dahil tüm uzuvlarıyla ayrı ilgilenip pişiriyorlardı. Elle sosis yapılan kısmı görünce iyice coşan Bourdain'in mutluluğu ve coşkusunu görünce yaşamdan hiç keyif alamadığımı daha iyi anladım. Üstad kafayı da bulmuştu hafiften ve memnuniyetine diyecek yoktu.


Değerli dostlar, ben yaşamım boyunca bu kadar iştahla yemek yiyen, bu kadar yemekten zevk alan, bu denli kendini kaptırıp yemeklerle ilişki kurabilen bir adam görmedim.  Gittiği her ülkede, ister Arabistan çöllerinde bir deve tandır şöleni olsun, ister Paris'in en pahalı lokantası, isterse İstanbul'da toplu iftar yapılan bir meydan, her zaman gözleri ışıldıyor Bourdain'in.

Yemekle kurduğu yakınlık, büyük bir sevgiliye duyulan aşk gibi. Bu büyük aşkı bir mesleğe dönüştürüp bir de üstüne ondan büyük para kazanması cabası.

Anlatmaya çalıştığım, Bourdain'in ne kadar başarılı bir şef olduğu, nasıl yaman programlar yaptığı, ne denli akıcı bir üslupla harika kitaplar yazdığı değil kesinlikle. Yanlış anlaşılmasın.

Ben aldığı zevkten, bu zevki tadarken kendinden geçmesinden bahsediyorum.

Yaşadığımız hayatları düşünüp onunkiyle kıyaslayınca büyük hatalar yaptığımızı çok daha iyi kavrıyorum. Gerçekten içimizde var olan dürtülere kulak vermek yerine, genelde toplumun bizi sürüklediği pozisyonlara ve işlere yöneliyoruz.

Toplumumuz "çocuklarını büyütmeyi", "emekli olmayı", "ölmeyi" bekleyen insanlarla dolu. Bunlar bana bir amaç gibi gelmiyor.

Bourdain'in "Kitchen Confidentials -Mutfak Sırları" kitabını okuduğumda, yemeğe duyduğu merakın daha küçücük bir çocukken, Fransa'ya yaptığı bir yolculukta yediği bir istiridye ile başladığını öğrenmiştim. Tıpkı Marcel Proust'un anıtsal eseri "Yitik Zamanın Peşinde"nin çıkış noktası olan, çaya banılan o "madlen" gibi...

Belki de yaşamımızdaki bu kırılma noktalarına yeterince önem vermiyoruz diye düşünüyorum. Onların peşinden koşmuyoruz.

Neden yazıyorum? Hayran olduğum bir adama benzemek mi istiyorum. Sanmam. Asla yemek yapmayı öğrenemeyeceğim. Fakat Bourdain'in yarısı kadar keyifle yemeği başarabilir, yemekle arama kimsenin girmesine izin vermezsem çok mutlu olurum.

Bu bile hayatın anlamını bulmama yetebilir.


12.01.2012 Ataşehir

3 Ocak 2012 Salı

"Neden Yazıyorum?"

Bu tür yazılardan ilk defa yazıyorum.

Dolayısıyla seçeceğim konunun da, neden böyle bir işe kalkıştığımın bir açıklaması olması gerekir diye düşündüm sevgili okurlar.

Hayatta nefret ettiğim insan tiplemeleri var. Evet, bu iş böyle. Bazı insanları seversiniz, bazılarından nefret edersiniz. Ama Türkiye gibi bir dansözler ülkesindeyseniz, renk vermeden önünüze bakmaya çalışırsınız.

Ne yalan söyleyeyim, benim hayatım da politik kıvırtmalar, sahte gülümsemeler, hıncını içinde tutmalarla geçiyor.

Kırk yılda bir farklı davranayım istedim. İşte az önce söylediğim "hayatta nefret ettiğim tiplemeler var" sözü de buradan yola çıkarak söylendi.

Ben doymak için yemek yiyenleri sevmiyorum kardeşim. Yok efendim, Maslow'un ihtiyaçlar piramidinde yeme-içme, barınma ve seks en altta yer alıyormuş, insanların en temel ihtiyacıymış bunlar.

Kesinlikle böyle yaşamıyorum ben. Hayatıma devam etmek için yemiyorum. Zevk almak için, keyifli zaman geçirmek için, gözümü kapatıp her şeyi unutmak için yiyorum.

Kolesterol, trigliserid, ürik asit, tansiyon gibi meseleler var masada her zaman.

Ama hep bunları düşünüp keyifsiz bir hayat süreceksem neden yaşayayım ki?

Bunu da yazmak istiyorum.

Bu denli basit bir çıkış noktası var okuduğunuz blog'un.

İsli bira içerken aldığım füme et kokusunu, ağzımda eriyiveren bir dana tartarın muazzam lezzetini, kararında acısıyla beni kendimden geçiren bir kebabın nefis kuyruk yağını, kocaman ve yağlı bir Dallas steak'i kemiğinden sıyırdığım anın coşkusunu, ona eşlik eden gövdeli bir kırmızı şarabın hafif burukluğunu, Kaş'ta yediğim bir ahtapot ızgaranın unutulmaz hatırasını, Kadıköy'ün bir ara sokağında tadına baktığım harikulade bir beyaz çikolatalı muhallebinin içimi fenalaştırmasını, yüzüm kızararak yediğim gerçeküstü bir taramanın kızamış ekmeğin üzerinde duruşunu, hatta ve hatta kaşık kaşık yediğim Nutella'nın damağıma sıvanan sadık dostluğunu hepsini, her şeyi anlatmak istiyorum.

Ülkemizde yeme-içme bloglarının çoğunun evde vakit geçiren hanımların yemek tarifi siteleri olduğunu üzülerek görüyorum.

Birilerinin de o yemekleri yemesi, yediklerini anlatması lazım.

Ama böyle bir içeriğe sahip site sayısı çok az görülüyor. Lokantaların isim, adres bilgilerini verip, yıldızlı rating yapan siteleri ise bu kategorilerin dışında tutuyorum. Onlarda hiçbir derinlik bulamıyorsunuz mekanlarla ilgili.

Bundan ötürü, ben de haftada bir mekanlarla ilgili kendimce düşüncelerimi paylaştığım bir günce tutmaya karar verdim.

Okuyan okur, okumayan da ne yaparsa yapsın artık.

Sağlıcakla,

Altunizade 3 Ocak 2012