19. yüzyılda İstanbul’a gelen zamane gezginleri, tahmin
edersiniz ki deniz yolunu kullanmışlar, bindikleri devasa yelkenliler ile
Akdeniz limanları üzeriden salına salına Dersaadet’e gelmişler, İstanbul denen
heybetli canavarın Üsküdar, Sarayburnu, Pera üçgeni arasındayken camilerin
kurşuni kubbelerini, kiliselerin kulelerini, alt alta üst üste ahşap evlerin
havasız üslubunu görüp hayret etmişler, nereye bakacaklarını şaşırmışlar, bir
süre nefeslerini tutmuşlar, ardından, gemileri yanaşıp da şehre adım atınca,
sokakları dolduran Türkler, Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Ruslar, Fransızlar
ve Afrikalılar’ın yarattığı renk cümbüşü
içinde kendilerinden geçmişler, kimileri büyük bir hayranlık duyarken, bazıları
bu kaotik düzenin içinde boğulur gibi hissetmiş, ama neticede Nerval, Gautier, Lamartin,
Amicis, hangisi olursa olsun, hayatlarında hiç görmedikleri bir şeyle karşılaştıklarını
ifade etmekten çekinmemişlerdir. Bunların içinde, kentimiz hakkındaki en
çarpıcı cümleler, bana kalırsa, Edmondo De Amicis’e aittir. Amicis şöyle
der: “İstanbul Babil’dir, bir âlemdir, kâinatın yaratılmadan önceki
karışıklığıdır. Güzel midir? Harikuladedir! Çirkin midir? Berbattır. Hoşunuza
gider mi? Sarhoş eder. Orada yaşar mıydınız? Kim bilir! Bir yıldızda yaşayıp
yaşayamayacağını kim söyleyebilir?” Hayat boyu yaşadığım kenti böyle
anlatamayacağımı düşünerek yaptım bu alıntıyı sevgili dostlar. Peki tüm bu
gezginlerin, İstanbul’a girerken ilk gördükleri nedir: Tabii ki Prens Adaları!
O senelerde İstanbul’un gerdanlığı gibi dizilmiş bu takımadaları gözdüğünüzde,
şehre girmiş sayardınız kendinizi. O koca yelkenlilerin güvertesine kurulmuş
gezginler de, Payitaht’ın yaklaşmakta olduğunu Prens Adaları’nı gördüklerinde
anlayıp büyük bir mutluluk ve heyecan duymuşlardı. Peki bu kadar kuşaktır bu
kentin yerlisi olan bendeniz neden bu denli uzaktım adalara? Kendime bu soruyu
sorduğumda hep aynı cevabı veriyorum: Ailemde adada yaşama kültürü olmadığı
için büyük olasılıkla. Annem Beykozlu, babam Paşabahçeli; onlar için deniz kenarı
hep Boğaz kenarı anlamına gelmişti belki de. Ada uzak bir şeydi, bize
yabancıydı, bizim bir parçamız olmadı hiçbir zaman. Belki sırf bu yüzden ben de
bu kadar az gördüm, tanıdım, gezdim adaları. Kırk senelik İstanbul çocuğunun
adaları geç yaşlarında keşfetmesi ayıp bana kalırsa, ama hala keşfedilecek bir
şeyler olması da bana kendimi iyi hissettiriyor.
Adaların içinde son dönemde en sık ziyaret ettiğim Burgazada.
Burayı gerçekten seviyorum. Belki nispeten daha az oturanı bulunduğu ve
Büyükada’ya göre daha sakin olduğu için, ya da belki Kalpazankaya gibi, seneler
içinde arkadaşların tekneleri ile yanaşıp yemek yemeyi adet edindiğimiz bir
yere sahip olduğu için, ya da belki de salt bizim lisenin orada bir arazisi
olmasından ötürü çocukluğumda ilk ziyaret ettiğim ada olduğu için. Tamamen
kişisel nedenlerden ötürü kalbimde ayrı bir yeri olan Burgaz’ın Kalpazankaya’daki enfes
lokantasını daha önce burada anlatmaya çalıştım. Şimdi sıra, adanın öbür
yakasında, iskele tarafında karşıma çıkan ve ziyaret etmekten büyük bir
mutluluk duyduğum başka bir lokantasına geldi. Adı Fincan... İskeleden iner
inmez karşınıza çıkan restaurant silsilesi içinde gözünüze çarpacaktır hemen.
Ben ulaşım yolu olarak Mavi Marmara’yı tercih ediyorum Burgaz’a giderken. Mavi
Marmara iskelesinden Fincan’a ulaşmak için sağa saparak elli metre kadar
yürümeniz yeterli olacaktır. Mekan, Nisan ayının ortalarından itibaren her gün
her saat açık. Kış ve ilkbahar dönemlerinde ise sadece haftasonlarında hizmet
veriyor. Yanyana dizilmiş, balıkçı/meyhane işletmeleri içinde en küçüklerinden
birisi diyebilirim. Ama çok şirin ve oturunca karşınıza Heybeliadayı alarak
keyifle demlenebiliyorsunuz. Küçük tahta masaları ve mavi sandalyeleri de ayrı
bir sıcaklık katmış Fincan’a. İnsanın hemen kurulup bir rakı yuvarlayası
geliyor. Burada oturduğumda hem İstanbul’u görüp, yakında olduğunu bilip, hem
de aynı zamanda bu kadar farklı bir atmosferde bulunduğumu fark ederek hayret
ettim. Ücra bir sahil kasabasında, doğup büyüdüğüm yere çok uzaktaydım sanki.
Oysa gerçekte sadece yarım saatlik bir mesafe vardı koca şehirle aramda.
Fincan’ın sahibi Rasim Sofuoğlu, 1986 senesinden beri hizmet
veren lokantayı, Ermeni ve Rum usulü mezeleri eski tadıyla bulabileceğiniz, Burgazada'da
denizin kıyısında iki büyük dükkanın arasına sıkışmış ufak ve şirin bir işletme
olarak niteliyor. 40-50 kişilik dış mekan, 25-30 kişilik iç mekan kapasitesi
ile hizmet veriyor. Rasim Sofuoğlu'nun dedesi adaya ilk yerleşenlerdenmiş,
Rasim Bey de adada doğmuş, eski adayı yaşatmaya çalışanlardan biri olarak
tanımlıyor kendini. Eşi Canan Hanım ise beslenme bölümü mezunu ve restoranın
aşçılığını da üstlenmiş durumda. Ermeni usulü midye dolma ve Çerkes tavuğu Efe
Rakının meze yarışmasında ödül almışlar. Bütün mezeler onun elinden çıkıyor. Gelip
oturduğunuzda size bizzat hizmet ediyor, bol bol sohbet ediyor ve çok canayakın
davranıyorlar. Özellikle Rasim Bey’in bitmeyen enerjisi ve espri yeteneği
mekanın en önemli özelliği haline gelmiş durumda bana kalırsa. Orada bulunduğum
sürede, bazı müdavimlerin sırf Rasim Bey ile sohbet etmek için ziyarete
geldikleri hissine kapıldım desem yeridir.Yemekler çok çeşitli, ama benim size tavsiyem, akşamüstü,
hava henüz kararmamış iken gidip otlu beyaz peynir eşliğinde bir duble rakı
koymanız ve sessizce gelip geçene bakmanız. Sükunet ve huzur içinde, o peynirle
rakının ağzınızın içinde halvet olmasına izin vererek dünyayı unutmanız. Kendinize
ayırdığınız o birkaç dakika içinde yaşamın güzel bir şey olduğuna kanaat
getirerek teknelerin önünüzden geçişini seyretmeniz. Sonra diğer mezeler,
arasıcaklar ve balıklar şenlendirebilir masanızı. Neler mi var?
Otlu Penir, Zeytinyağlı Biber Dolma, Zeytinyağlı Çalı,
Barbunya Pilaki, Şakşuka, Deniz Börülcesi, Deniz Fasulyesi, Kaya Koruğu, Semizotu
Salatası, Patlıcan Salata, Selanik Patlıcan Salata, Pazı Salata, Fincan Meze, Çerkes
Tavuğu, Girit Dolma, Balık Salata, Lakerda, Çiroz, Midye Dolma, Midyeli Pilav, Soyalı Uskumru, Levrek Simit, Tarama, Midye
Pilaki, Kalamar Izgara, Kalamar Tava, Tereyağı Karides, Karides Güveç
,Karides Cips, Susamlı Karides, Balık Gözleme, Balık Köfte, Somon Köfte, Paçanga Böreği, Sigara Böreği, Kaşarlı Kroket,
Kaşarlı Böreği, Patlıcan Tava, Kabak Tava, Peynir Sahanaki, Izgara Hellim Peyniri
, Kızarmış Feta Peyniri... ve daha niceleri.
Bendeniz meyhanelerin mihenk taşı olduğuna inandığım
patlıcan salatasından sipariş ettim, gayet lezzetliydi. Közün tadı damağımda
kaldı. Yoğurtlu semizotu ve tarama söyledim, özellikle tarama gerçekten çok
güzeldi. Benim için taramaların şahı Cavit’in yaptığıdır, bunu defalarca
yazdım, yine de, burada mideye indirdiğim tarama, tam “eski usül” yapılmış,
babaannemin evinde yaptığı türden, eski İstanbul mezesi tarzında, hafif
kıvamlı, balığın varlığını insanın içinde hissettiren bir mezeydi. Somon rulosu
içinde krem peynirli, sushivari bir meze geldi, ismini bilemediğim için tarif
etmeye çabaladım. Gayet güzeldi. Soyalı uskumru, sigara böreği, kalamar tava, kabak tava ve
paçanganın tadına baktıktan sonra kapanışı karides güveç ile yaptım. Karides güveç tam şamadıralıktı. Sigara böreği
ise son kertede hafif ve lezzetliydi. Gerçekte tıkabasa yememe karşın kendimi
hiç rahatsız hissetmedim. Tüm saydığım yemeklerdeki malzemelerin taze olduğunu
ve Canan Hanım’ın elinden çıktığını ayrıca vurgulamam gerekiyor.
Fincan, bana kalırsa Kalpazankaya ile birlikte, yeme
içme kültürü konusunda Burgazada’nın iki önemli değerinden birisi. Sizde bir şehrin ezici keşmekeşinden kaçıp soluğu
adada aldğınızda ziyaret etmelisiniz mutlaka. Geçici de olsa yenilenmiş ve huzurlu
olarak döneceksiniz şehre.
Fincan Cafe Restaurant
Gezinti Caddesi No: 6
Burgazada İstanbul Turkey
Tel: 0216 381 13 50
GSM: 0533 958 75 23
GSM: 0532 512 68 21
Orada olasım geldi, ne güzel anlatmışsınız.
YanıtlaSil