Üzerime atılan ölü toprağına dokunuyorum. Yorgunum. Pek sevdiğim, kendimi bildim bileli dünyamdaki tüm siyah boşlukları dolduran ve teklifsizce her yanı farklı renklere boyayan sihirli kelimelerin, beni arkalarına bakmadan terk ettiklerinden endişeleniyorum bir süredir. Sadık dostlarım sözcükler! Nice zamandır, ne kadar istersem isteyeyim, ne denli gayretkeş bir edayla Mac'imin başına geçersem geçeyim, ne büyük bir çabayla dikkatimi toplamak için çabalarsam çabalayayım elim klavyeye gitmiyor, tek kelime çıkmıyor. Eskiden bir tatlı su kaynağından süzülen serin sular gibi ağır ağır dimağımdan fışkıran ve ete kemiğe bürünen cümlelerin yerinde yeller esiyor artık. Çok yorgunum... Tutunmak istediğim tüm dalların birer birer kırılmasından, aklımın, zihnimin, benliğimin, ruh namına ne kaldıysa içimde, hepsinin, her şeyin yerle yeksan olmasından başka anlatabileceğim bir ayrıntı yok. Boşluğu anlatabilmek isterdim size. Tuzla buz olmanın tasvirini fısıldamayı arzu ederdim kulaklarınıza. Kafama inmesine ramak kalan tırtıklı balyozun aslında tek kurtarıcım olduğunu anlatan methiyeler düzmenin hayalini kurardım gücüm olsaydı. Düş kurmaya bile takatım yok artık. Sessizlik. Münzevi bir lacivertin içinde hapsolmuş debeleniyorum. İnsan olmanın yanlış bir yanı var. Bunu kabullenmem zaman almış olsa da, artık biliyorum. Oysa Matrix'te böğürmüştü Ajan Smith, "kendi çevresini değiştiren tek varlık insandır," diye. Bunalıyorum. Siyasi ve sosyal mesajlar vermeden kendi bunalımımı yaşamama izin verin dostlar. Kendi içimde halledeyim ben bunu. Bu dünyada, bu ülkede, bu şehirde yaşamanın yüküyle kendim savaşayım. Ülkede son yaşananlardan sonra, memleketin dört bir yanından gelen tuhaf tepkilere, ülkeyi yönetenlere, onlar tarafından mazoşist bir keyifle yönetilenlere, sosyal medyanın kokuşmuş bataklığına şöyle bir baktıktan sonra aklımda hep aynı soru var: "Bunlar insan ise, ben neyim?" Başka bir tür olmalıyım. Yoksa yaşayamam, kabul edemem bunu. Onlar insan ise, ben başka bir şeyim. Yok eğer ben insan isem, onlar başka bir tür. Bu mantıkla kendimi rahatlatabilirim. Nasıl aslandan korkuyor, köpekbalığından kaçıyorsam, onlardan da uzak durmayı öğrenirim. Birbirlerini öldürmelerini, çevrelerini değiştirmelerini, savaşmalarını, yok etmelerini uzaktan seyrederim. İktidarı, muhalefeti, dincisi, solcusu, ortayolcusu ile oynadıkları ortaoyununa sırtımı döner, sokaklarda dolaşırım kendi kendime. Elimden gelen başka hiçbir şey yok. Tek avuntum var şimdi: Ürkek de olsa yazıyorum artık.
Şimdi -nedendir bilinmez- bana geri dönen kargacık burgacık kelimelerim, ağır aksak adımlarım ve karanlıktan titreyen cılız bir mum ışığı misali, sadece kendi dibini aydınlatan belleğimle Sirkeci'nin arka sokaklarında dolaşıyorum. Süklüm püklüm inceliyorum etrafımı saran etten duvarın sinsi çatlaklarını. Düyun-u Umumiye'nin kurşuni bir sisin ardından üzerime gelen silüeti var uzak bir yerlerde. Aldırmıyorum. Kesif kokoreç rayihasının rehberliğiyle Büyük Postane'nin devasa varlığını kucaklıyorum ardından. Aklımı dağıtmanın, uzaklaşmanın, sevme ve yaşama ihtimalimin olduğunu düşünmenin tek yolu kentin yemek kokularını takip etmek belki de. Mısır Çarşısından gelen baharat kokularının, hemen yanından gelen kuş yemi ve pestisit karışımının, Haliç'ten burnuma çalınan yosun, bok ve balık harmanı bileşimin etkisinden kendimi sıyırıp mis gibi kokoreç kokusu ile dolduruyorum ciğerlerimin her bir köşesini. Kentin en iyi kokoreçi burada, bilen biliyor, ben de biliyorum, ama midemi doldurmamalıyım onunla. Her yönden akan insan kalabalığı kendi derdindeymiş gibi geliyor. Bir "Memleketimden İnsan Manzaraları" yazamayacağımı adım gibi biliyorum. Olsun. Bu durum, insanlara bakmama engel değil. Sirkeci çevresi İstanbul'un atardamarı sanki; buradan pis ve eskimiş bir kan pompalanıyor sokaklara. Yaşam ve insanlar akıyor. Öyküler ve sıkıntılar akıyor. Ölümler, aldatışlar, yalanlar, kurnazlıklar, hüzünler, öfkeler, yalnızlıklar, dertler, çığlıklar, gözyaşları, kaçışlar, bunalımlar, küfürler akıyor. Geçim derdi, hastalık derdi, memleket derdi, ezilmişlerin derdi akıyor. Hava günlük güneşlikken bu kadar hüzünlü görünen bir şehir gördünüz mü siz hiç? Ben gördüm... Sağımda Büyük Postane, hiç istikametimi bozmadan dörtnala ilerliyorum. Karşı sokağa hiç girmemiş olabilirim. Hafif sağa kıvırıp hemen karşıya geçiyorum. Buranın adı Hocapaşa Mahallesi, Hocapaşa Sokak. Omuz omuza vermiş derme çatma lokantaların arasından ben de akıyorum şimdi. Önünde durduğum Can Oba Restaurant'a dalıveriyorum hemen.
Kaç masa var bilmiyorum, yedi sekiz belki. Küçük mü küçük, kesinlikle en ufak estetik bir dokunuşu olmayan, iyi bir kaşarlı tost yiyebileceğiniz izlenimini veren sıradan bir lokantadayım. Soğutma dolabı oturduğum masanın yanıbaşında duruyor, içinde su, diet kola gibi içecekler ve bunların yanında, dolabın geri kalanıyla çelişen özel peynirler, soslar ve adını bile bilmediğim bazı karışımlar mevcut. İşte bu korkutucu! Neredeyim ben? Neden? Masaya kurulmuş tedirgin bekliyorum. İçeri uzun boylu, renkli gözlü, pek de Türk'e benzemeyen bir adam giriyor rüzgar hızıyla. "Merhaba Ben Can Oba," diyor. (Şimdi bu satırları yazarken düşünüyorum: Bu şekilde yazmak yerine, "Sevgili Can Oba bizi çok iyi karşıladı" gibisinden, diğer kalemşörlerin yaptığı şekilde, senelerdir tanıdığım bir askerlik arkadaşımdan bahseder gibi mi yazsaydım diye. Ama tanımıyorum ki adamı. Siktiret dostum.) Derme çatma, büfeden bozma, tüm süratiyle akan insan selinin göbeğinde konuşlanmış bu tuhaf lokantada Can Oba'yı dinliyorum. Gavur terbiyesi aldığı her halinden belli olsa da, Türk kanının verdiği küçük patlama ve bize özgü esprilerle neler yiyebileceğimizi sayıyor bir bir. "Burada menü yok," diyor, "Yemekleri ben anlatıyorum". Gerçekten de yemekleri birer birer, öykü sunar gibi masaya döküyor," Bugün elimde bu var, şunu yaptım, şöyle bir somon kullandım, pastırmayı şu şekilde sardım" gibisinden bir tasvir sürecine girişiyor. Büyüleniyorum. Yemek tarifi çok dinledim, lokantaların ve lokantaları işleten insanların öykülerini de, ama bir menünün bu şekilde anlatılması ile ilk kez karşılaşıyorum. Sayılan yemekler -ki birazdan hepsini anlatmaya çabalayacağım- beklenmedik bir "Müslüman mahallesinde salyangoz satma" çelişkisini fısıldıyor kulaklarıma. Etrafta dolaşan insanlara, yandaki Balkan Lokantası'nda sıra bekleyen güruha, kebapçılara, arkaya sıkışmış caminin sıkıntılı gövdesine bakarken, insana tüm bu hengamenin ortasında bir "fine dining" adacığı inşa ettiren taşşaklı (evet iki "ş" ile) motivasyonun esvab-ı mucibesini merak etmekten kendimi alamıyorum. Dünyada yılın şefi olarak seçilen Michelin yıldız’lı Alfons Schuhbeck’in mutfağında uzun yıllar eğitim görüp çalıştıktan sonra üç yıl süre ile 'Schuhbeck’s Inn' restoranında mutfak şefi olarak görev yapan ve sıkı durun, 'Schuhbeck’s Inn' ile Almanya Hessen eyaletinin en iyi mutfağı ödülünü alan Can Oba'nın özgeçmişine hayran olmamak elde değil. (Wikipedia gurmelerine selam olsun buradan, ne kolaymış bir şeyi "google" yapıp biliyormuş gibi anlatmak). Ben otururken, birçok kişiyi kapıdan çeviriyorlar, mekana rezervasyonsuz girmek mümkün değil çünkü. Geceleri üç ay sonrasına kadar dolu, öğlenleri ise fena değil. Gün içinde saat üç ile altı arasında giderseniz rezervasyon olmadan yer bulabilirsiniz. Resmen yalvaranlar görüyorum kapıda, bu tarz bana çok tuhaf geliyor, ama çok tercih edilen bir lokantaya rezervasyon yaptırmadan gelip kapıda yalvaran zihiyetin acı çekmesi de hoşuma gidiyor. Keyifle izliyorum.
Benim gibi çorbaperver adamlar için biçilmiş kaftan bu lokanta, zira Can Oba, üç çeşit akıllara zarar çorba servis ederek aklınızı başınızdan alabilme yeteneğine sahip. Birincisi "balık çorbası" ismini taşıyan güzide "çalışma". Şefin söylediğine bakılırsa Bouillabaisse adlıyla bildiğimiz, gayet yakından tanıdığımız ve pek sevdiğimiz Fransız yemeği aslında bu. İçinde pişmiş balık, kabuklu deniz hayvanı ve sebze çeşitleri bulunan bir çorba kendisi. En son, Berlin'deki KaDeWe'nin tepesinde yer alan gurme katında yemiş, fena halde keyif almıştım. İkincisi mısır çobası denen bir afet. İçinde aslanlar gibi bir jumbo karides ve birkaç parça nachos ile servis ediliyor. Üstad, "imkan olsa nachos'u kendim yapardım, ama satın alıyorum," diye itiraf ediyor. Tadı enfes, terbiyesi ağızda eriyor, taze mısır tanelerini hafif hafif çiğneyerek mideye indirebiliyorsunuz. Üçüncüsü ise patates çorbası. Hiç de fena değil, üstelik içinde karamelize soğanlar ve bir dilim pastırma ile sunulması harika bir yaklaşım. Sürpriz olarak, pastırmanın içine sarılmış halde bir hurma tanesi çıkıveriyor karşınıza. Tatlımsı hurmanın, tuzlu pastırma ile hararetli öpüşmesinden hafif kakafonik bir patlama çıkmış olsa da, bana kalırsa bu çorbanın varlığı insanoğluna hayli lezzet dolu gastronomik bir ufuk açıyor. Hepsi şahane, hepsi denemeye değer çorbaların.
Pastırmalı Hurmalı Patates Çorbası |
Jumbo Karidesli Nachos'lu Mısır Çorbası |
Ispanak Yatağında İstakoz Soslu Deniz Tarağı |
Somona Sarılmış Kuşkonmaz |
Vejateryan Lazanya |
Ahtapotlu Cevizli Risotto |
Krokanlı Cevizli Karamel Soslu Peynir Pastası |
Ama bazen gidersiniz ve kalbiniz bir yerde kalır ya. İşte öyle gidiyorum.
Can Oba Restaurant
Hoca Paşa Mh., Hocapaşa Hamamı Sk
No:10, 34112 Sirkeci/Istanbul