9 Şubat 2012 Perşembe

Kosinitza Restaurant

Tuhaf bir rüyada gibisin. Oysa adın "Rüya Görmeyen Adam"a çıkmıştı nicedir. Sana başsız sonsuz gibi gelen kar haftası bitti bitiyor artık, hava hala çok soğuk; dondurucu. Normalde kendilerini dışarı atmaya bayılan kent insanları, bir Cuma akşamı olmasına karşın, klasik İstanbullu korkularına yenik düşüp evlerine kapanmışlar. Bir sis bulutu içinde dolaşır gibisin. Kuzguncuk sahilllerinde, arabanın içinde yolu bulmaya çalışıyorsun. Kimseler yok. 
Rüya...Aslında yaşamın boyunca gördüğün düşlerden sadece bir tanesini anımsıyorsun. O da kıyamet gününe dair unutulmaz, film gibi bir hayal. Rüyaları gördüğün anda hep aynı şeyi söylüyorsun kendine: "Bunu unutmamalıyım!". Sonra, o gecenin sabahında, sadece ana hatlarıyla hatırladığın bu tuhaflıkları yazmaya yelteniyorsun. Ama asla yazmıyorsun, hep bir iş çıkıyor, ya da salt tembellikten yapmıyorsun bunu. Gün ortasına gelindiğinde ise belleğin tamamen boşalmış oluyor. Geriye ufak bir kırıntı bile kalmıyor. Zihnini yokladığında, şöyle bir zorladığında belleğinin köşelerini, beyaz bir kağıda bakar gibisin daima. Sana "Rüya Görmeyen Adam" diyorlar bu yüzden.
İnsan bir düşü yaşarken onu yazabilir mi? İşte şimdi, yine bir rüya görürken, hatta onun içinde büyülenmiş gibi dolanırken, daha önce hiç görmediğin bir harikalar ülkesinin sokaklarını arşınlarken, şaşırtıcı bir istisna yaratıp, gördüklerini, duyduklarını, hissettikklerini ve tattıklarını yazmaya karar veriyorsun. 
Çocukluğunun Perihan Abla dizisinin çekildiği sokaklardasın. Seksenli yıllarda bitmeye başlayan "mahalle kültürü"nden bahsederdi büyükler. Bu dizi onlara gençliklerini anımsatır, belki nostalji duygusuyla, belki de tek kanal olduğu için seyrederlerdi sürekli. Espriler aynı, dialoglar benzer, karakterler karikatür gibiydi. O zaman bile seni büyüleyen tek bir özelliği vardı Perihan Abla'nın:  Hiç sıkmayan, eskimeyen, her daim seyretmeye doyamadığın o dekoru, yani Kuzguncuk. 
Şimdi Cuma akşamı sakinliği çökmüş her yana. Birkaç araba geçiyor, ses yok, uzun zamandır İstanbul'u bunaltan kar yok, hatta girdiğin ara sokakta pek ışık da yok. Bir ucu eski İstanbul merdivenlerine açılan çıkmaz bir sokak bu. Arabanı park ediyorsun. Ağır ağır yürüyor, o sokakta ışıkları yanan tek dükkanın önünde buluyorsun kendini. Kapısında "Kosinitza" yazıyor. Bu isim, semtin kimbilir kaç yüzyıllık tarihinden bugünlere taşımayı beceremediği eski adı. Küllerin arasında bir yerlerde kalmış, unutulmaya yüz tutmuşken, bu lokantanın kapsında yeniden hayat bulmuş.
İçeri girmek kolay olmuyor, kapı kilitli, çalmak gerekiyor. İçerde hafif serin, nedense puslu, ama sadık bir dostu andıracak şekilde şefkatli ve yumuşak bir duygu karşılıyor seni. Buraya gelmiş olmalısın. Bundan belki on beş sene önce karaladığın bir roman taslağının içinde bir yerlerde bu lokantada oturmuştu senin kahramanlarından ikisi. Hatta otuzlu yıllar olmalıydı. Yuvarlak masalar, tahta sandalyeler, masaların üzerine inen abajurlar, duvardaki aynalar, hafif loş ışık, lokantanın ön tarafındaki camı yarıya kadar kaplayan fırfırlı perdeler, hepsi soluk bir anı gibi duruyor. Kahramanların aynen böyle bir yerde oturmuş, cumhuriyetin ilk yıllarında, kırık bir aşk öyküsünün parçaları olarak kahve içmişlerdi. İşte şimdi, sen de, rüya gördüğün bu anda, kitaplarda rastladığın siyah beyaz fotoğraflara bakar gibi bu hayalin tam ortasındasın. Belki de şu anda kendi kahramanlarından birisin.
Yuvarlak bir masaya oturuyorsun, kapıya yakın. Hem dışarı, hem de içeri bakabilmek istiyorsun. Mekan ufacık, en fazla altı-yedi masa vardır diye hesaplıyorsun. Bu güzel düşün içinde, ritüellerini bilmediğin, sana büsbütün yabancı bu coğrafyanın kurallarını tanımadığın için biraz terdirginsin. Tam yanında, bir ziyafet masasını andıran meze büfesi dikkatini çekiyor. Büfenin üzerinde, rengarenk, adını sanını bilmediğin, sana uzak denizlerin esintilerini getiren soğuk meze tabakları dizili. Yabancısın. Her rüyada olduğu gibi, şimdi de kötü bir şeyle karşılaşmaktan, koşmaya çalışıp yerinde saymaktan korkuyorsun. Garson hem müstehzi bir seyirci, hem de eski bir dost gibi davranmayı başarabilen, tuhaf bir kişilik bölünmesiyle sana soğuk mezeleri anlatıyor. Mevsime bağlı değişiklik gösteren mezelerin toplamda doksan küsur adede ulaşabiliyor olması ürkütücü. İsimlerini, cisimlerini anımsaman olası değil. Bu renk curcunası içinde, sipariş ettiğin soğuk mezeler geliyor masaya. İçinde kırmızı ve yeşil biberlerin fink attığı enfes bir hamsi salatası, karamelize soğan altında sinsice bekleyen çipura ve katalan usülü sardalya. Katalan usülü sardalya güzel, hamsi salatası damağına hiç tanımadığın, bilmediğin bir dokunuşla yerleşiyor. Tam mutlu oldum derken, karamelize soğanlı çipuranın tadına bakıyor, birkaç saniye gözlerini kapayıp düşünüyorsun. Bazen, bazı yemekleri yerken dünya ile ilişkisini kesip tefekküre dalmalı insan. Öyle birkaç saniye...
Dikkatini çeken bir balık çorbası menüsü var. Çeşit çeşit çorbalar. Yine isimlerini anımsamadığın, fotoğraflarına bakarken ne kadar cahil olduğunun ayırdına vardığın. Çorba söylemiyorsun, zira yemeyi planladığın o kadar çok şey var ki, aralarına bir de çorba katarsan mide zafiyetinden kendini kaybetme olasılığın çok yüksek. Yine de, lokantanın ritüeli gereği, garson tadımlık bir balık çorbası getiriyor. Çok nefis, kıvamlı, içinde büyük parçalar yüzmeyen bir çorba bu. İştah açıcı ve mutlu edici.
Sonra ara sıcak niyetine, ama aslında ana yemek ebatlarında siparişler veriyorsun. Deniz mahsülleri pilavı ve taze ahtapot ızgara. Hatıralar üşüşüyor zayıf belleğine. Bir süre önce Kaş'ta yediğin enfes ahtapotu ve İl Padrino'da mideye indirdiğin deniz mahsülleri risottolarını düşünüyorsun. O arada geliyor yemekler. Deniz mahsülleri pilavı, içinde karides,kalamar, ahapot gibi bilumum deniz canlılarının cirit attığı bir iç pilav gibi. Devasa bir istiridye kabuğunun altından çıkıyor. Ağır ağır yiyorsun, saygılı olmak, bu rüyayı bozmamak, aniden uyanmamak için köşeli, ani, gereksiz bir deviminimde bulunmamalısın. Sonra Izgara ahtapot. Beş dakikalık saygı duruşu. İnsan ancak rüyasında bir yemeğin karşısında saygı duruşunda bulunabilir belki. İlk lokmadan sonra o yemeği seyretmek, onu bozmadan, orada öylece muhafaza etmek istiyorsun. Ahtapotun bu denli yumuşak, ama dağılmadan ağızda eriyen bir cinsini yememiştin hiç. Gözlerin doluyor.
Ana yemek faslına deniz tarağı yiyerek başlıyorsun. İçinde parmesan peyniri olduğuna dair bir duygu var. Tabaktaki eskaloplar bitince, şamandıra yapmak suretiyle, muhlama tarzı bir yeme ayinine başlıyorsun. Bir çeşit eskalop sonrası peynirli fondü yemek gibi.
Assolist en sonda geliyor. Gelirken ayağa kalkıp selamlamak istiyorsun onu. Milföy hamuruna sarılmış dil balığı. Güveçte. Milföyü bıçakla yardığında çıkan buhar ve o buharla odaya dolan dil balığı kokusu ve güvecin içindeki balıklı sosa milföyü bandırıp ağzına attığın lokmalar ve keşke hiç bitmesin diye dua ettiğin bir yemek.
Tatlı enfes bir panna cotta. Kıvamlı, gövdeli, güçlü ama ağır değil. Bu mükemmel dengenin  yarattığı muhteşem duygu ile sarmalanıyorsun.
Sokaklar ıssız. Herkes evine çekilmiş. Araban Boğaz'a paralel ilerleyen yılankavi yollarda sebepsizce ilerliyor. Buz tutmuş sokaklardan geçiyorsun. Mışıl mışıl uyuyan korkak İstanbul'a rağmen rengarenk ihtişamıyla seni selamlayan Kuleli'nin önünde duraklıyorsun. Aklında Kosinitza.

Yaşamanın güzel olduğu nadir anlardan biri.

"Cennet nasıl bir yer?" diye soruyorlar, "Kosinitza" diye yanıtlamaya hazırlanıyorsun.

Sonra uyanıyorsun.

Kosinitza Restaurant
İcadiye Caddesi Bereketli Sokak No:2/A Kuzguncuk - İstanbul
Telefon: 0216 334 04 00
Fax: 0216 302 01 06

7 Şubat 2012 Salı

Develi Kebap

Develi Kebap, uzun yıllardır müşterisi olduğum, artık çok sık olmasa da, en azından senede üç-beş defa ziyaretine gittiğim bir kebapçıdır. Farklı şubelerinin farklı anıları ve anlamları var benim için. 
Memleketim olan Fenerbahçe yöresinin güzide bir lokantası olmasından ötürü Kalamış'taki mekan, Develi'nin en sık ziyaret ettiğim şubesidir ve gönlümde ayrı bir yere sahiptir. Buraya ailemle çok geldim, keyifli yemekler yedim, hem bahçesinde, hem geniş iç mekanında bulundum. Ayrıca bir dönem Fenerbahçe maçlarından önce vazgeçilmez mekanımız olarak iki haftada bir coşkulu kutlamalarımıza tanık olmuştur Kalamış Develi. (Yazılarımı takip ediyorsanız, sonradan Todori'nin imparatorluğunun başladığını söylememe gerek yok herhalde.) Burada masaların üzerine çıkarak kaç defa "Ekinler Dize Kadar" diye bağırdığımızı unutamam. Her daim televizyon kameralarının bu coşkuyu belgelemek amacıyla masaların arasında cirit attığını da anımsıyorum.
Ataşehir Develi deseniz, geçen seneden beri, şimdi oturduğum yere çok yakın olması sebebiyle, arada sırada uğradığım bir mekan haline geldi. Her oturduğum bölgede, evime yürüyüş mesafesinde bir Develi bulunması tuhaf bir meseledir aslında.
İstanbul'da açılan ilk Develi olan Samatya ise, bana kalırsa, eski, orijinal yapısı ve denize bakan muhteşem terası ile en güzel şubedir hala. Buranın da bende önemli bir anısı, kişisel tarihçemde unutamayacağım bir yeri vardır. Zira ailemle önemli bir haberi paylaşmak için seçtiğim lokanta burasıydı bir zamanlar. 
Samatya Develi'de gecenin bir saati, terasta oturup çöp işi yemek, yanında da buz gibi rakıdan bir yudum almak, hiçbir şey düşünmeden avare avare Samatya Meydanı'na bakmak, neden bilmiyorum, bir rüya gibi nakşolmuş belleğime.
Tarihçesine gelince, Develi Restaurant, halen Develi Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürüten Arif Develi’nin dedesi tarafından 1912 yılında, Antep’te kurulmuş. Arif Develi, 1966 yılında İstanbul’a gelerek, İstanbul'un tarihi mekânlarından Samatya’da Develi restaurantı açmış ve bugünkü haline 46 yıl içinde gelivermiş. Bu süre içinde Samatya, Etiler, Ataşehir, Florya şubeleri açılmış. Ayrıca, Kalamış Marina'da kebapçının hemen yanında, deniz ürünleri servis eden Develi Marin de şubeler arasında sayılabilir. 
a
Şimdi, yıllardır tanıdığım, bildiğim bu lokanta hakkında, olumlu-olumsuz samimi görüşlerimi paylaşmaya geldi sıra:

  1. Öncelikle belirtmem gerekir ki, Etiler ve Florya'daki Develi şubelerine hiç gitmedim. Yorumlarım buraları kapsamayacaktır.
  2. Samatya'yı bir kenara bırakırsak, benim en çok ziyaret ettiğim Kalamış ve özellikle de Ataşehir Develi'de insanın dikkatini çeken ilk unsur "genişliktir". Burada anlatmaya çalıştığım  sanki sınırsız sayıda insanı beslemeyi hedefleyen inanılmaz bir hacim sevgili dostlar. Açıklaması güç. Bu noktada Develi'nin kendi web sitesinde Ataşehir için yazılmış cümleleri birebir aktarmak istiyorum : "7.000 m2 kapalı alan üzerine kurulan Develi Ataşehir, sahip olduğu büyüklük ile "Türkiye'nin en büyük restaurantlarından biri” olma özelliği taşıyor. 6 kat olarak konumlandırılan Develi Ataşehir’de, 2 kat kapalı otopark ve 1.000 m2 bahçe kullanım alanı bulunuyor. Tasarımında modern ve klasik tarzı aynı çatı altında zarafetle birleştiren Develi Ataşehir’de, 200 kişilik deneyimli bir ekip misafirlere hizmet veriyor." Bir yandan bundan etkilenmemek mümkün değilken, öte yandan, yemek kalitesinin nasıl muhafaza edilebildiği sorusu geliyor insanın aklına.
  3. Yemeklerden önce servisten bahsedelim. Zaman zaman ufak tefek aksamalar olsa da, Develi'de servis kalitesi yüksektir. Hızlı ve hassastır garsonlar. Daima pozitif davranırlar, sürekli koştururlar ve sayıları çok fazladır. İstedikleriniz çabucak önünüze konur. Maç günlerinde bile -ki en büyük aksaklıklar o zaman yaşanır- ellerinden geldiğince hızlı ve yaratıcı davranmaya çalışırlar. İddia ediyorum ki, Develi'nin en büyük başarısı, yemeklerini bile ikinci planda bırakan servis yeteneğidir. Bu, koca bir orduya komuta etmeye benziyor diyebiliriz.
  4. Yemekler için, karışık hisler içerisinde olduğumu önceden belirtmemde fayda var. Bu iş denge meselesi aslında. Az masalı bir işletmede yemek kalitesini korumak mümkündür. Ama Develi gibi çoğu günler banket yemeği servis eder gibi yoğun çalışan yerlerde işler biraz daha çetrefilli hale geliyor. Kısacası Develi'nin bazı yemeklerini severken, bazılarına iyi not veremeceğim.
  5. Sıradan gidelim. Önceden yediğimiz soğuk mezeler genelde fena olmasa da bazen hayal kırıklığı yaratır Develi'de. Patlıcan salatası güzeldir, haydari tarzı yoğurlu mezeleri fena değildir. Her yemekten önce verdikleri çiğ köfteleri ise bence orta kalitede seyretmektedir. Daha doğrusu istikrarlı değildir. Çok lezzetli çiğ köfteler yediğimi de biliyorum burada, nispeten daha zayıf olanlarını da. Acılı ezme kıvamındadır, turşusu pek lezzetlidir. En son gittiğimde yediğim maş piyazı ise tam bir hayal kırıklığı idi.
  6. Burada ara sıcak faslına gelindiğinde masaya mutlaka fındık lahmacun ve küçük peynirli pidelerden getirirler. Kanaatimce lahmacun standart bir tada sahiptir. Peynirli pide ise çok başarılı bir şekilde yapılmıştır. Kişisel olarak pastırmalı humusunu da çok beğendiğimi itiraf etmem gerekiyor. Giderseniz mutlaka söyleyin derim.
  7. Ana yemekler söz konusu olunca, benim favorim çöp şiştir. Bir porsiyon söylemeyin, daha fazla isteyin. Lavaş arasında dürüp afiyetle yiyin. Nefis bir et, harika bir lezzet.
  8. İki numara, kalabalık günlerde mutlaka döner de söylerim ben. Onu da dürüm yapıp mideye indiririm. Ne fazla yağlı, ne de kayış gibidir. Olması gerektiği gibidir.
  9. Üç numara, dana şaşlık sipariş edin. Cimri davranmayın bu konuda da. Bol bol söyleyin. Enfes bir tadın damağınıza sıvandığına şahit olacaksınız.
  10. Terbiyeli kuzu şiş, kaburga, kanat ve tavuk işi için de pozitif duygular içindeyim. Karışık bir kebap söylediğiniz zaman bunları birarada afiyetle yiyebilirsiniz.
  11. Kebap meselesine gelince...Acılı kebaplarını beğendiğimi vurgulamam gerekir. (Adana). Fakat iş fıstıklı kebaba gelince biraz değişiyor. Develi'nin en önemli spesyallerinden birisi olarak lanse ettiği bu kebap benim hiç tarzım değil ve açık konuşmak gerekirse bana lastik gibi geliyor zaman zaman.
  12. Bunların üstüne bir de baklava yemenizi öneririm. Nefis, çok başarılı. Ardından çıkıp bir saat kadar yürüyün, yoksa bu kadar yedikten sonra bayağı zorlanırsınız.
Sonu.: Ben Develi'yi seviyorum. Hem benim için özel bir anlamı var, hem de pek çok yemeği hayli lezzetli diyebilirim. Henüz gitmediyseniz bir şubesini (bence Samatya'yı) mutlaka ziyaret edin. Bunu bir Cuma ya da Cumartesi gecesi yapın ve önceden yer ayırtmayı unutmayın.

http://www.develikebap.com






Cookshop Altunizade

Değerli okurlar, daha önceki yazılarımı okuyanlar bilirler, genellikle belirli bir kategoriye dahil edebildiğim, belirgin bir mutfağın ya da fikrin ürünlerini sunan lokantaları anlatıyorum burada. Son dönemde, bu konuyla ilgili bir değişiklik yapmaya karar verdim. "Kategori dışı" şeklinde tanımladığım bazı lokantaları da anlatacağım. Bu lokantaların ortak özelliği, müşterilerine farklı mutfakların karışımı bir seçki sunmaları.
Bu değişikliği yapmamın başlıca sebebi, bu tarz yerlerin kendi yaşamımda da çok yer tutmasıdır diye düşünüyorum. Hemen her öğlen yemeğimi karmaşık (ya da karışık) mutfakları olan bu lokanta-cafe'lerde yediğim için, bir şekilde onlardan bahsetmemin elzem olduğuna karar verdim.
Yalnız daha öncekilerden farklı olarak, bu yazıları biraz daha kısa tutarak bilgi vermeye çalışacağım. İleride, belirli bir kategoriye sokamadığım başka lokantalar olursa, yine bu başlık altında ele alacağım.
Bu kapsamda ilk yazımın konusu Altunizade'de yeni açılan Cookshop olacak. Bu lokanta pek çok şubesi olan, ama benim asıl Nişantaşı'dan bildiğim bir mekan. Zamanında "City's"in alt katında çok ziyaret etmişliğim vardır.
Altunizade Cookshop, buraların yeni oteli Ramada'nın altında hizmete girdi. İlk ziyaretim kar yağışlarının iyice azdığı bir güne denk geldi. O soğuk günlerde, belki de içeride bir ısıtma sorunu olduğu için biraz üşüdüm.
Mekan klasik dekorasyonunun izlerini taşıyor. Tahta masalar ve kırmızı-beyaz kareli masa örtüleri. (ya da Amerikan servisler mi demeliyim? Zira ikisinin arasında bir şey) Bu renkler mekana bence büyük sıcaklık katıyor.
Menü çok çok geniş. Nereden başlasam bilmiyorum. İyisi mi, bir yerden başlamayıp yediklerimden söz açayım. 
Daha önce de keyifle tadına baktığım acılı ekşili çorbayı geçen gidişimde yine içtim. Bence tadı çok lezzetli. Malzemesi bol, acısı da kıvamında. Yani ismi sizi ürkütmesin.
Ayrıca bugün mekanı tekrar ziyaret ettiğimde soğan çorbası da içtim. Bence bu çorba acılı ekşiliye göre daha da başarılı olmuş. Karamelize soğanın kadifemsi tadı beni hem doyurdu, hem de iyi hissettirdi.
Ana yemek olarak tavuklu Mexicano ve alternatif iskender deneme fırsatım oldu ziyaretlerim esnasında. Mexicano güzel, içindeki kırmızı ve yeşil biberler hayli baskın (belki böyle olması gerekiyordur), alternatif iskender ise tek kelimeyle harika. İnce ince kesilmiş etler, yoğurt, sosu emmiş kızarmış ekmekler ve yanındaki sürpriz beğendi çok şarşırttı beni. Cook Shop'a giderseniz bu iskenderin tadına bakın mutlaka.
Dedim ya, menü geniş. Pizzalar, hamburgerler, salatalar, kahvaltılar, her şey var.
Servis özenli ve güleryüzlü. Çok memnun kaldım.
Mekan bence biraz küçük ve eğer tutarsa Altunizade iş bölgesinin öğlen yemeği trafiğini kaldırması zor olacaktır.
Fiyatlar böyle bir yerden bekleneceği üzere, kişi başı 35-40 TL civarında geliyor. (Kitchenette ve Num Num'da da aynen böyle - onları da kategori dışı bölümünde anlatacağım doğal olarak)
Samimi düşüncem: Ben beğendim. İş temposu arasında, öğlen yemekleri için çok uygun, temiz, ferah ve içten bir mekan. Tavsiye ederim. 

Cookshop Altunizade

RAMADA ASIA OTEL - ALTUNİZADE
Mahir İz cad. No.32 Altunizade
Tel: 216 651 8894

1 Şubat 2012 Çarşamba

Arjantin Candır -2

Bir gün sonrası. Kar daha beter yağıyor şimdi. Sokakların üzerini sadık bir dost gibi kaplayan, bu kez kimseye geçit vermeyecekmiş gibi duran beyaz örtü daha bir kalın düne göre. Ataşehir sokaklarında vahim bir ertesi günün sinsice yaklaştığının habercisi bir tenhalık kol geziyor. Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin sesini duymak için bir an pencereyi açıyorsun. Soğuk.

Sanki karın artmasıyla birlikte, yazma gücün ve arzun da artıyor, sesler daha berrak, görüntüler daha net şimdi. İlk başlarda özensiz kelimelerden kurduğun kişisel coğrafyan daha mümbit hale geliyor. Belki de az önce okuduğun Anais Nin güncesinin etkisi devam etmekte ruhunda. Bilmiyorsun. Bilmek de istemiyorsun açıkçası. 

Belleğine nakşolan Arjantin'i yazmak istiyorsun. Bunu bir solukta, "solukta" derken lafın gelişi, aslında nefes almadan, gözünü açıp kapayana kadar, hemen yazıvermek, bitirmek ve yayınlamak istiyorsun. Tek, uzun, dolambaçlı, eğrilip bükülen, dallanıp budaklanan, belki bilinç akışı yöntemiyle, belki şiir gibi devasa bir cümle kurmak, o cümlede koskoca bir yolculuğun tatlarını tasvir etmek istiyorsun. Eğer bunu yapmaya muktedir olsaydın sevgili dostum, emin ol, burada bunları yazmaktan ziyade başka bir defterin sayfalarını dolduruyor olurdun.

Arjantin. Oradasın her nasılsa. Bir gün en kuzeyindesin, İguazu denen şelaler bölgesinde. Garganta del Diablo'nun ihtişamı karşısında konuşmakta zorlanıyorsun. "Şeytanın Gırtlağı". Başka bir gün geliyor, belki bin kilometre uzakta, Patagonya'nın El Calatafe bölgesinde, yeryüzünün en büyük buzullarından birine bakıyorsun. Tanrıya yakın olunan bir  zaman parçası. Ardından bir gün geliyor, Fin del Mondo - Dünyanın Sonu, dedikleri Ushuaia'dan bir penguen adasına gidiyorsun. Penguenlerin tek eşli olması, az önce okuduğun Anais Nin'in görüşleriyle taban tabana zıt olmalı.

Kafan karışık, kendini El Calafate'de La Tablita adlı lokantada buluyorsun. Ortaya getirilen karışık etin içinde hem Bife de Lomo, hem de Bife de Chorizo var. Chorizo, herkesin daha çok hoşuna giden bir et olmaya devam ediyor seyahat boyunca. Bu lokanta tüm Arjantin seyahati boyunca, gittiğiniz en iyi mekanlardan birisi. Yer bulmak son derece zor. Andeluna Reserva marka Malbecler arka arkaya geliyor sofraya. Alttan ısıtmalı bir düzeneğin üzerinde cızır cızır pişiyor etler hafiften. Kafalar dumanlanmış, hava soğuk. El Calafate'nin göbeğinde bir kahve molası için yürürken, gecenin karanlığında, grupça "Patagonya Akşamları" türünden anlamsız bir şarkı söylüyorsunuz.



Görüntü değişiyor. Bu kez dünyanın sonunda, Ushuaia'da yerel halkın takıldığı Chico isimli salaş bir Şili lokantasında buluyorsun kendini. İçerisi puslu bir görüntü ile canlanıyor imgeleminde. Türkiye'de yazlık beldelerde rastlanan türden bir dekorasyon hakim. İkinci sınıf ama yerel tüm özellikleri taşıyan. Dekorasyonun en nadide parçası, belki de duvarda gördüğün Şili Cumhurbaşkanı'nın fotoğrafı olmalı. Gülümsüyorsun. Ama yemekler gelmeye başlayınca her şey önemini kaybediyor. King Crab, karides güveç, kalamar bomba gibi düşüyor masaya. Her birinin, her bir lokmasını unutmamaya çalışarak yiyorsun. Yaşamın boyunca bir daha buraya gelemeyeceğini, bu lokantaya uğrayamayacağını, bu yemekleri yiyemeyeceğini bilerek çiğniyorsun lokmaları. Esas sürpriz yemeğin eşlikçisi biralar. Beagle Channel'de olduğunu için "Beagle" marka biralar getiriyorlar. Önce bir sarışın, ardından bir kızıl, en nihayetinde bir de esmer içiyorsun. Bunu itiraf etmen tuhaf ama, işte Chico isimli bir Şili lokantasında, dünyanın sonunda, hayatında içtiğin en güzel biraları indiriyorsun mideye.



Yeniden Buenos Aires'tesin. Görüntüler karışık. Yorgunluğun arttıkça, ziyaret ettiğin lokantaların da izleri belleğinde birbirine karışıyor. Yuvarlak bir masada kalabalık bir topluluksunuz. Palermo Hollywood taraflarında La Trapiche adlı lokantada yemeğin ve şarabın tadını çıkartıyorsun. Zaman dursun istiyorsun. Dursun ve seni, yediğin şu biftek ile başbaşa bıraksın. Dünyanın harikalarından birini mideye indirdiğini düşünüyorsun. Bu sana hem inanılmaz bir iktidar duygusu, ama aynı zamanda da bir suçluluk hissi veriyor. Keşke o biftek hep öyle kalabilse. Aynı lezzette, bozulmadan ve sımsıcak. Tangonun mucidi Carlos Gardel ile aynı adı taşayan tango salonuna doğru yola çıkıyorsunuz.

Başka bir lokanta...Anıları ayrıştırırken hata yapmaktan korkuyorsun. Dikkatli olmalısın. Hepsi değerli ve yerlerine oturmalılar. Bu kez yine Palermo Hollywood bölgesindeki La Dorita adlı lokanta. Masa çok geniş. Ekvadorlu, Arjantinli, Alman ve Türklerden oluşan bir masadasın. Farklı etler geliyor masaya. Kendinden geçerek yediğin etin hayvanın ter bezi olduğunu öğrenince daha da coşuyorsun. (Bourdain'likten uzaklaşmışken bir adım yaklaşıyorsun şimdi). Yine damakta zengin, sürprizli, kırmızı orman meyvelerini çağrıştıran gövdeli Malbec'ler var masada. Senetiner olmalı ismi. Şarap bölgesi Mendoza'dan. Mutluluktan ağlamak istiyorsun.


Eve döndüğünde hayatın boyunca verdiğin en doğru kararlardan birinin Arjantin'e gitmek olduğunu düşünüyorsun. Bu anıyı belleğinin karanlık dehlizlerinde daima yaşatmaya karar veriyorsun.

Sabaha karşı bir yerlerdesin. 

Hayata dönüş...Kar devam ediyor. Yaşam da öyle. Aklına gelen son kelimeleri yazıyorsun:

Arjantin Candır !

01.02.2012 Ataşehir